Bu Blogda Ara

30 Haziran 2017 Cuma

BALABAN...


Geçtiğimiz şubat ayının büyük bölümü Suadiye Sanat Sokağı'ndaki atölyelerde sohbet ederek geçti.
Birbirinden güzel ve yaratıcı enerjiyle dolu dokuz dükkanda birbirinden güzel anılar, hikayeler dinledim; sevinçlerini, sanat aşklarını ve oluşturdukları sinerjiyi nefes gibi dolu dolu hissettim.
Bu sohbetlerden oluşan yazılarımı şubat ay içinde blogda paylaşmıştım...

http://merininaynasi.blogspot.com.tr/2017/02/suadiye-sanat-atolyeleri-ibolum.html

DonKişot Sanat

Don Kişot Sanat ile ilgili kısımda Mesut Eren şöyle diyordu: "Amacımız hayaline susadığımız, eşitlikçi, özgür bir dünyayı şimdiden rengarenk boyamaya başlamak ve çocuklarımıza miras bırakmak."
Mesut Bey'in asistanı Mehmet Kartal atölye olarak geçmişlerinden ve şu andaki galeri kolleksiyonundan bahsederken dikkatimi bir resme çekti ve "Balaban" dedi... Bu isim bana çok engin bir dünyanın kapılarını açtı...

gördüğüm o resim...

İbrahim Balaban...
1921 yılında Bursa Seçköy’de doğmuş, köyün 3 yıllık ilkokulunda eğitim görmüş. Çok küçük yaşlarda, elinde kalem defter, devamlı karasabana koşulu çift sürerken babasının, dedesinin, amcasının resmini yapıyormuş.
“Çocuk gözüyle böyle. Kırlarda öküz güdüyordum, öküzlerin resimlerini yapıyordum. Düğünlerin, bayramların, çocukların, tarlada, bahçede çalışanların resimlerini çiziyordum.”

O günlerde hint keneviri üretip esrar üreten iki köylü Balaban’ın babasını da işe ortak ederler, ama babası işin iç yüzünü bilmez. O gün köylülere yollayacak kimse bulamayınca, oğlu İbrahim’i gönderir. Gece karakola ihbar yapılır, köylüler kaçar. Hiçbir şeyden habersiz İbrahim daha 16’sında içeriye düşer. Altı ay hapis ve üç ay da para cezasına çarptırılan Balaban, para cezasını ödeyemeyince üç yıl cezaevinde kalır.
Balaban nişanlanır, ancak kızı almak isteyen bir başkası da vardır, o da hapse düşer. Onu içeride hiç rahat bırakmaz. Cezasının bitmesine çok az bir zaman kala dört mahkumun saldırısına uğrar. Balaban, daha sonra hasmını öldürdüğü için ikinci kez tekrar cezaevine girer.

Orhan Kemal-Nazım Hikmet-İbrahim Balaban
1942-45 ve 1947-50 yılları arasını Bursa Cezaevi'nde geçiren İbrahim Balaban’ın uzun sanat yolu burada kendisinden 20 yaş büyük olan Nazım Hikmet’le tanışmasıyla başlıyor.
Nazım Hikmet’e ithaf ettiği “Şair Baba ve Damdakiler” kitabının girişinde Balaban “Şair Babam’la ikimiz buluşmadan önce el yordamı ile arıyordum kendi kendimi karanlıkta.  İlkin onu buldu ellerim. O da alıp koydu beni kendi yerime.”  diye yazıyor.

Ve Nazım da Mapushaneden Kemal Tahir’e Mektuplar’da:
“Ben burda bir ressam Yunus Emre keşfetttim .  Köylü, köy mektebinde okumuş, berberlik ediyor içerde.  Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim.” diyor.
İbrahim Balaban cezaevinde resmin yanı sıra Nazım Hikmet ile  felsefe, sosyoloji, ekonomi ve politika konularında da çalışıyor.

Ekin Biçenler 1951




1950 affıyla mapushaneden çıkarlar büyük şairle birlikte. Balaban köyüne döner, fakat bir süre sonra Nazım Hikmet onu İstanbul’a yanına çağırır. “Bütün yaptıklarını al gel” der. Altı ay kadar da İstanbul’da Nazım’ın evinde kalır, bu süre içinde Ekin Biçenler tablosunu yapar.




Nazım Hikmet bütün dostlarıyla tanıştırır Balaban’ı, adeta onlara emanet eder. Balaban’ı askere alırlar bir süre sonra, Nazım da yurtdışına çıkmak zorunda kalır; bir daha görüşemezler. Balaban, Nazım’dan Şair Baba diye bahseder. “O bir güneşti, beni ışığıyla aydınlattı.” der.

Demet Taşıyan İki Kadın 1984

Doğum 1950


Usta ile Çırak


2000’den fazla tablo… bunun birkaç katı kadar desen… 50’den fazla kişisel sergi… karma ve grup
sergileri...
Anılar, denemeler (resim sanatı üzerine), hikayeler ve ikisi roman olmak üzere yayınlanmış 11 kitap... Ayrıca adına yayınlanmış 4 adet kitap…
Ve bunlardan başka 60’lı yıllarda resimlerinden dolayı 6 ay kadar tekrar tutuklu kaldığı İmralı’da çizdiği ve denize atılan !!! 7 bin adet kara kalem desen…




Göç
“Komünistlikle suçlanmak beter bir şey.
Resimlerimi atarken beni de atabilirlerdi suya. Ama benim yaptığım resimlerin paralarını atmıyorlardı denize. Onu ceplerine atıyorlardı. Tablolarımı İzmir’e, İstanbul’a galerilere götürdüler… Tablolar satıldı. Fakat hesabıma yatmış olan on beş tablomun parasını ceplerine attılar. Çizdiğim yedi bin kara kalem desenimi de denize attılar. Kayığa bindirilip giderken, Marmara Denizi’nin en derin yerine bu resimleri yapan adamı da atabilirlerdi. Öyle bir belaya sardılar ki, tablolarımın parasının hesabını soramadım. Ama kitaplarda, dergilerde yazdım.” diye anlatıyor bu inanılmaz durumu.

Gurbetçiler 1954



Balaban, 7 yıl süren Nazım Hikmet'li günlerini ilerki yıllarda
yazdığı "Şair Baba ve Damdakiler" kitabında anlattı. Hatta dostuna duyduğu derin sevgiyi, oğullarına Nazım ve Hikmet isimlerini koyarak dışavurdu. Nazım ise onun tablolarından esinlenerek şiirler yazdı.









Bahar 1949
BAHAR
 İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın
İşte şafak vakti Mayıs ayındayız
İşte aydınlık:
Akıllı, cesur, taze, diri, insafsız…
İşte bulut:
Kaymak gibi lüle lüle
İşte dağlar:
Hem de mavi, hem de serin
İşte sabah seyranı tilkilerin
Uzun kuyruklarında ışık,
Sivri burunlarında telaşları.
İşte seyreyle gözüm:
İşte karınları aç, tüyleri diken, ağzı kırmızı
İşte dağ başında kurdun biri.
Kendi içinde duymadın mı sen
Aç kurdun öfkesini sabah vakitleri?
İşte seyreyle gözüm:
Kelebekler, arılar…
İşte kıvıl kıvıl devranı balıkların
İşte bir leylek
Mısırdan yeni gelmiş.
İşte bir geyik; daha güzel bir dünyanın hayvanı.
İşte seyreyle gözüm;
inin önünde ayı, uyku sersemi henüz
Sen aklından geçirmedin mi hiç?
Toprağı koklayarak, ayılar gibi dalgın yaşamayı
Bala, armuda, yosunlu loşluğa yakın,
İnsanın sesinden, ateşten uzak.
İşte seyreyle gözüm: sincaplar, tavşanlar,
İşte kertenkele, işte tosbağa,
İşte üzüm gözlü eşeğimiz, bir ağaç pırıl pırıl
Güzellikte insana en çok benzeyen
İşte çayır çimen:
Girin içine çıplak ayaklarım.
İşte kokla burnum:
Labadalar, ebe gömeçleri.
Ellerim ellerini, dokunun, okşayın, avuçlayın,
İşte anamın sütü,
karımın eti,
gülüşü çocuğumun.
İşte sürülen toprak.
İşte İnsan:
dağın taşın, kurdun, kuşun efendisi.
İşte çırakları, işte poturunda yamalar
İşte karabasan.
İşte sağrılarında kederli, korkunç oyuklarında öküzleri.
On yıl mapusta yattı ama kaybetmedi
Umudunu Balaban.
İşte Seçköy’ den Ali’nin kızı geliyor al taylarıyla tarlaya
Nazım Hikmet Ran



Harman 1958
HARMAN
Seçköyü’nden Feyzioğlu Ali’nin kızı,
harman yerinde su döküyor dombaylara.
Dombaylar kızgın tuğladan
dombaylar kırmızı kara.
Ben de dombaylar gibi,
eydim kafamı toprağa.
Su dök! 
serinleyeyim!
Nazım Hikmet Ran



Mapushane Kapısı 
 MAPUSHANE KAPISI 
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
beşi toprağa oturmuş, ayakta biri;
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
besbelli henüz öğrenmemişler gülmeyi.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
ayakları sabırlı, ellerinde keder,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
cin gibi bakıyor kundaktakiler.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
sımsıkı gizlemişler saçlarını,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
biri kavuşturmuş avuçlarını.
Bir jandarma vardı demir kapının önünde,
ne dost ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.
Bir beygir vardı demir kapının önünde,
nerdeyse ağlayacak.
Bir köpek vardı demir kapının önünde,
burnu kara, tüyü sarı,
kamış sepetlerde yeşil biber vardı,
torbalarda kömür, heybelerde soğan sarmısak.
Altı kadın vardı demir kapının önünde
ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim;
altı kadından biri sen değildin, ama
beş yüz erkekten biri bendim…
Nazım Hikmet Ran



Bu yıl haziran ayında 96 yaşına basmış olan İbrahim Balaban'ın bulunduğu ve yakın zamanda çekilmiş videoyu bu linkten izleyebilirsiniz...





   Let love rule...

11 Haziran 2017 Pazar

HAYAT...

22 yaşında müzik öğretmeni...
Batman'da okulun son günü...
cümleyi tamamlamaya derman yok...

nemli serin bir gün...
internette tatil fotoğrafları...
havada uçuşan kepler, diplomalar, karneler...


süresiz olarak kapalı dünyanın en güzel garında kitaplar...

kulağımda bilmeden anladığım bir dilde türküler...
ritmin dokunduğu yürekler...



taş duvarlarda yazılar...
parmakların ucundan akan renkler...

Norveç'ten hayatımda görmediğim bir insandan gelen
"seni görmek ne güzel" mesajı...

ruh halimi hiç sorma, diyen bir insana yazılan iki satır...


suyun altında burnundan giren suyla boğulmadan yüzdüğünü gördüğün pek çok rüya...









           serin ve çokça derin sularda
yüzdükten sonra
kıyıya çıkıp hayat ağacının renkleri arasında,
nar bülbülünün lahur mavisi yumurtalarını bulan;


ağaca bağlanıp birlikte zerrelerine ayrılan, yaşamla doğayla toprakla suyla havayla bir olan... 

ve tekrar bütünleştiğinde hepsinden birbirine karışan...





babaannesinin altınlarını satarak gönderdiği paraları parçalayan, paraya gizlenmiş cinleri hapsetmek için elmaların içine saklayan, sürgünde bir dede ve ailesinin hikayesini anlatan bir yazar...

sıradan bir gün..
olağanüstü bir gün...
her an son nefesini verip
sonra ilk nefesini alarak...


minik kozalağı yerdeki su dolu delikte yıkamaya çalışan Rüzgar kadar tatlı...

hayat ağacı böyledir...
gözlerime bakınca kendini görürsün...
dönüp suya bakınca beni görürsün...

hayat...





   Let love rule...