Bu Blogda Ara

10 Aralık 2017 Pazar

MARDİN... VI.Bölüm...


Mardin’e ilk gelişimin Masalcılar Buluşması’na rast gelmesini özellikle istemiştim; zira bu şehir masallarla birlikte girmişti dünyama...
Mardin Müzesi çok büyük gayret ve güzel niyetler ile hazırlandı bu etkinlik için... Bu yıl ikincisi düzenlenen buluşmanın teması Hakikat Kapısı idi...

Aylar önceydi... 
Haziran ayında Judith Malika Liberman’ın masal sohbetlerine gitmiştim...
Masallar etrafında dört gün saatlerce konuştuk, sorular sorduk, cevaplara güldük, düşündük...

Ayrılırken yanına gittim...
Aynı anda “İyi ki geldim / İyi ki geldin” dedik
Sonra “Kimsin...” dedi
“Hakikati arıyorum, masallarda saklı olduğunu biliyorum...” dedim...

Hakikatin peşinde ipuçlarını izlerken karşıma Hakikat Kapısı’nın çıkmasını bekliyor muydum,
karşıma çıkanla yüzleşebilecek miydim,
yıldırım olup göğe yükselecek miydim, 
gördüklerime dayanamayıp aynayı kıracak mıydım,
aynayla birlikte bin parçaya dağılacak mıydım,
dağılmış her bir parçamı toplayıp yeni bir titreşimde yeniden kendimle buluşacak mıydım,
yoksa nihayet kayıp parçamı bulacak mıydım...

O gün kendime bu kadar çok soru sorsaydım, yerimden kıpırdayamazdım herhalde😊  Oysa işte şimdi Artuklu Üniversitesi, Atatürk Kültür Merkezi’nde açılış gecesindeydim... 
Salona girişte beni müzecilik fuarı standından tanıdığım Sadullah karşıladı.... 
Hatırladın mı diye sorduğumda gülümsemesiyle en içten cevabı verdi... 
Canan Budak birkaç sıra önümde oturuyordu... 
Zahit Mungan "yoğunluktan görüşemiyoruz hocam, size mutlaka atölyemi göstereceğim" dedi iki nefes arasında... 
Herkes yerlerini aldığında salon karardı ve perdede Masalcılar Buluşması tanıtım filmi başladı... Açılıştan on gün önce Mardin Müzesi facebook sayfasında paylaştığında, hiç tereddütsüz kimin tarafından yapıldığını anladığım tanıtım filmini izledim... 
Çektiği fotoğraf ve videolarda görselliğin dışında adlandıramadığım birşeyler olan biri... 
Güzel, hüzünlü, büyülü vs gibi tanımlamalarla kısıtlamak istemiyorum. 
Çok özgün bir bakış, baktığı yerde olanı değil de olanın duygusunu bulup yansıtan bir göz: Amar Kılıç...


Sonra salon aydınlanırken bir kuş sesi doldurdu kulakları... Masal Anası Deniz (Soruklu Evren) elindeki kuş düdüğü öttürerek sahneye yürüyordu... Açılış konuşmasının ardından Türkçe, Arapça, Kürtçe, Süryanice, Ermenice, Kazakça, İngilizce, Zazaca, Lazca anlatımlar, masallar, şarkılar ve hatta ninniler ile dalgalanıp dalgalanıp durulduk...


İnsanın yüreğine hitap edenin dil değil, yayılan yansıyan duygular olduğunu gördük... Beni en çok etkileyen an, Mihayel Akyüz’ün masalını anlatmak için eline mikrofonu aldığında, “sanırım salonda benden başka Süryanice bilen yok” demesi oldu.... Birinin “istersen Türkçe anlat” önerisine cevap vermeden Süryanice devam ederek masalını anlatıp bitirmesi ve üstüne tüm masalın bir de Türkçesini anlatması...
Ayakta alkışlamak istedim, o derece beğendim anlatımını...



Sonraki günlerde otuz masalcı Mardin’e dağılarak kah okullarda, 
kah müzede, kah evlerin damlarında, 
kah üniversite salonlarında, kah kafelerde, 
kah avluda, kah kışlada masallarını anlattılar, 
hakikati dünyaya yayma niyetiyle...

Hakikat Kapısı’yla kimler yüzleşti... 
kim ne gördü, kendini mi birbirini mi... 
bunu ben bilmem... 
Mardin bilir...
Mardin herşeyi ama herşeyi gördü çünkü...

Benim en keyif aldığım etkinliklerden biri akşamüzeri Sinek Cafe’nin terasında gerçekleşen Sezai Sarıoğlu şiir sohbetiydi...

Kendisini sadece fotoğraflardan tanırken, geçen Haziran ayında Haydarpaşa tren garında, Kadıköy Kitap Günleri kapsamındaki imza gününde karşılaşmıştık... 
Bazı ruhların her hayatta yakın durması kaçınılmazdır, bizim tanışıklığımız da o türdendi... 

İlerleyen günlerde hep çok güzel anlarda bir araya geldik... Ataşehir parkında ıhlamur kokulu bir sohbet en güzel olanıydı... Ihlamur festivalinde, ceviz ağacının altında bize harika şiirler okumuştu...
Her seferinde “Ekim’de Mardin’de, değil mi” diyerek vedalaştık... 

Bu akşamüzeri sakin bir kafenin terasında, bambu koltuklarımızda oturmuş, bu “delikan”dan şiirler dinlemekteydik işte... O terasta mevcut tüm zihinleri, duyguları Mardin günbatımının huzurunda buluşturan sesiyle anlattı bize...

“sen yenisin galiba; sözcüklerin akşamdan kalma
dünyada kendini yaşayacağın içten bir köşe yok
omzunda eskimiş kuşlar, dilinde radikal bir rüzgar
gülcü çocuk, hayallerinde cimrisin, diyor sana
sen yenisin galiba; ürkekliğin yabansı ve yabancı
cümle kurmakta gecikiyorsun, harflerin serçe
sen yenisin galiba; âşığa bağdat soruyorsun”

Şiirin tamamı için tıklayınız...


Masalcılar Buluşması’nın bir başka özel günü ise Marangozlar Kahvesi’nde yaşandı.... Bu mekanı ilk günümden itibaren çok sevdiğimi yazmıştım önceki kısımlarda... Bugünse burada yol masalları ve Şahmaran anlatılacaktı... 
Masal Anası Deniz (Soruklu Evren) ve Tacettin “Ebuburak” Toparlı... 
Ben Şahmaran’ın peşinde, dönüşümün eşiğinde iken, bu ikili, hayatımdaki Mardin kapısını açan kişilerdir... 

Deniz nisan sonundaki buluşmamızda bana 2016 yılı ilk Mardin Masalcılar Buluşması’nda, Simurg’u bu mekanda nasıl anlattığını adeta canlandırarak aktarmıştı... 
O gün ‘ikincisi beraber olsun’ niyetini yüreğime koymuştum... Ebuburak ise camaltı Şahmaran çalışmalarıyla ışık gönderdi yoluma...
Bu iki yoldaş yaz sonuna doğru yine bir gün Marangozlar Kahvesi’nden Mezopotamya’ya bakarken “yol”un çağrısını duydular ve davete bin cân ile icabet ettiler...
Eylül ayında Antakya’dan yola revan olarak, 25 gün içinde, Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa yollarında 500 kilometreyi yürüyerek, evet bildiğiniz adım adım yürüyerek Mardin’e vardılar... 


Yol boyunca masallar anlattılar, anlattıklarından fazlasını dinlediler... Bazen sıcaktan erimiş asfaltta bazen taşlı tozlu patikada adımlarının ritmik sesi ile kendilerine yüreklerine yürüdüler...

Sonunda Mezopotamya’dan geri yukarı tırmanırken karşılarında yükselen kadim kente bir kez daha âşık oldular ve yol kararını aldıkları Marangozlar Kahvesi’nden Mardin’e giriş yaptılar...
İşte Deniz bugün burada bizlere, konuşurken çınlayan sesi ve kendine has üslubuyla bu yoldan
hikayeler anlattı....
Yol hikayesi çok olur; sanırım bugün bizim nasibimize düşenler, dinleyicilerle birlikte mekanda oluşan atmosfer sonucu onun dışa vurdukları idi...

Aynı yolu, aynı anda, aynı sürede alan iki apayrı insanın, aynı hikayeleri, karşılıklı boşlukları kendi bakış açılarıyla tamamlayarak birlikte anlatmaları çok güzeldi... 
Bu “yol” onların gönüllerinde demlendikçe daha pek çoğunu dinleyeceğiz... 
İki kişi “yola çıkar”, dünya değişir...

Sonra sıra Ebuburak’ın Şahmaran efsanesini anlatmasına geldi...
Baharda ahşap baskı atölyesinde hazırlayıp haziran ayında sergilenen gül bahçesi içindeki Şahmaran örtüm bu anlatım sırasında masanın üzerindeydi... Kendi masalını dinlemek kimbilir nasıl bir duyguydu merak ediyorum... 
Şahmaran anlatmazdı ama hissettirirdi, bu da onun gizemlerinden biriydi...

Yine de sanırım memnun olmuş olacak ki, Ebuburak’ın ardından bir de Kemal Kahraman’dan efsanenin farklı bir yorumunu, bu sefer hikayesini anlatan şiirler ve bestelenmiş melodiler eşliğinde dinlemek istedi... Metin Kahraman’ın gitarı Şahmaran şiirlerine eşlik ediyordu...




Anlatının bitiminde Kemal Kahraman ile sohbet ettik biraz... Şahmaran örtüyü çok beğendiğini, efsaneyi onun gözünün önünde anlatmaktan duyduğu memnuniyeti söylemesi beni çok sevindirdi.... İnsanın yüreğinden geçeni diliyle ifade etmesi ne çok mutlu ediyor... O akşam örtünün aynısını onun için de hazırlamaya söz verdim kendisine...


Güneş yeniden devrini tamamlamış batıdan kaybolmuşken, doğudan ekim ayının dolunayı yükseliyordu... Kahvenin diğer ucunda terasta oturan siyah-beyaz çizgili birine dolunayı çeker misin mesajı gönderdiysem de görmedi, oysa kamera erbabı olan kendisiydi... 
Kahvede Mezopotamya'ya bakan diğer tarafa geçerek, beceriksizce olsa da kendim çektim dolunayı, Mezopotamya’yı ve Şahmaran’ı nefes almadan dinleyen insanları... 




Mardin hakkında duyduğum en güzel tanım, bitmeyen şehir olmasıydı... 
Bunu ilk bölüme de bu ismi koyarak söylemiştim zaten...
Gittim döndüm yazıyorum, ama hala bitiremiyorum... bitmesin de... 
Beni uğurlarken "bence çok geçmeden tekrar geleceksin" diyen insanlara, 
döndükten sonra yenileri eklendi...

Tek kelime etmediğim halde,  içimde zaman zaman artan özlemin basıncını adeta bir barometre gibi hisseden, 
"Senin burda evin olduğunu unutma" diye tam zamanında yetişen hatırlatan dostlar var şimdi...
Aradığım kitabı, "dur ben sana onu bulacam" diyen biri...

Bazen içimden geçeni duymuş gibi, şehre çıkan yolda arabayla giderken video çekip paylaşanlar... 
Başından sonuna kadar adım adım 1.Cadde'den,  Zinciriye'den, Mor Gabriel'den, Atilla Çay Parkı'ndan canlı yayın yapıp orada hissettiren insanlar...

Mardin'den gelip Taksim Meydanı'nda bir telkari standında karşıma çıkan, hiç aklımda yokken bana masal anlattıran, dinlerken durup durup "ne güzel" diye mırıldanan; soğuk ve morali bozuk bir sabahta "geç otur çay alıp geliyorum hemen" diyen, simit-çay-hayat konuştuğum bir arkadaşım var...


Ve Şahmaran var...
Gün geçmiyor ki, bana yeni bir fikir, yeni bir ilham vermesin...
Ah Şahmaran... 
Bugün olan ve yarın olacak olan herşeyin içindesin...
Başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatansın...
Beni aldın sardın, başka nerelere götüreceksin merakla, 
sevgiyle, heyecanla, her anını gönüllü yaşıyorum...

Mardin'e gideli bugün tam 10 hafta oldu... (10.12.2017)
Aradan iki yeni ay ve iki dolunay geçti...
Bu 6 bölümlük yazıyı döndükten kısa bir süre sonra yazıp bitirdim,
ancak hafta hafta, bölüm bölüm yayınlamak daha iyi geldi...
Bu 10 hafta içinde değişen şeyler olsa da, o gün o duygularla yazdıklarımı değiştirmeyi düşünmedim...
Belli başlı birkaç şey dışında kimseye yaşadıklarımı, düşüncelerimi, duygularımı, bendeki yansımalarını anlatmadım; 
bu yazdıklarımdan okusunlar, öyle duysunlar istedim...
Herşeyi anlatabildim mi; hayır, olduğu kadar... 
Zaten 1001 gece de geçse, tamamlanmayacak bir zincirleme masal tamlaması bu yaşananlar...
Zaman içinde olgunlaşarak su yüzüne çıkacak... 

Toprağın su ile karışmasıyla oluşan çamur, şimdi ellerimde şekilden şekile giriyor...
Şahmaran ve Mardin nasıl tezahür etmek istiyorlarsa o şekilde beni yönlendiriyor...
Bir gün bir Şahmaran levha oluyor, başka bir gün güllerin arasında Şahmaran'ın ülkesi, belki bir cami minaresi, belki gökyüzüne salınmış turnaların kanat sesi, belki kehribar renkli o kadim şehrin kalesi...


Vakit tamam olduğunda, hayaller görünür hale gelecek, 
ben yine anlatacağım, yeni bir dille paylaşacağım...


Refik Durbaş'ın bu şiirinin son mısrasını, Mardin'de Zinciriye'den çıkıp 1.Cadde'nin üst paraleli boyunca yürürken, bir pankarta yazılıp duvara asılmış olarak görmüştüm...
Benim yazarak bitiremediğim duygularımı, en sade ve en derin şekilde ifade etmiş...


Dicle ile Mardin’in Kardeşliğine Şiir

Dağ konuşur bulutla
Rüzgâr üstüne...
- Biz adaş değil miyiz?

Vadi konuşur ovayla
Bereket üstüne
- Biz kardeş değil miyiz?

Dicle konuşur dağ ve rüzgârla
Mardin üstüne
- Biz arkadaş değil miyiz?

Şair, sen kiminle konuşursun
Mardin yoldaşın değilse?


Refik Durbaş


💜




   Let love rule...








3 Aralık 2017 Pazar

MARDİN... V.Bölüm...



Ağustos ayı başında gazetede bir haber dikkatimi çekti; Mardin Derik’te bir genç, köyündeki minik atölyesinde engelli hayvanlar için protez ve yürüteç yapıyordu...
Hasan & Yağmur 
Yanında güleryüzlü sıpasıyla (evet gerçekten gülümsüyor) ekrandan bana bakıyordu... Instagramda baktım, böyle biri gerçekten de vardı... Zaten o hafta içinde yerli ve yabancı bir çok kaynak ondan bahseder ve haber yapar olmuştu...

Ağustos sonuna doğru paylaştığı bir fotoğrafa yazdığım yoruma cevaben yazdığı merhaba ile başladı sohbetimiz...
Ve hiç karşılaşmadığım 22 yaşında bir gençten duyduğum “Mardin’de her zaman kapımız açık size” sözüyle yola çıkıp, ismini ilk duyduğumdan tam iki ay sonra, Mardin’in ovaya geniş açı bakan mekanlarından Seyr-i Merdin’de buluştuk Hasan ile...



Hafta boyunca karşılıklı zamanlarımızı ayarladık ve çocuğum kalktı Derik’ten 75km yol geldi otobüsle. Seyr-i Merdin’in en yüksek terasında, karşımızda Mezopotamya, yanımızda Ulu camiin minaresi ve arkamızda kadim Mardin kalesi...


Hasan’ın çocukluğu, gördüğü her malzemede, çöp denip fırlatıp atılan şeylerde, işlevinin ötesinde faydalar görerek, eline alıp dönüştürerek geçmiş...
Ailesi ona hiç “oğlum icat çıkarma şimdi” dememiş olmalı ki, Hasan’daki bu azim hiç sönmemiş...





Olay sadece engelli hayvanları yürütme gayreti değil zaten, insana doğaya hayata bambaşka bir sevgi frekansıyla yaklaşmak...
Sadece yaptığı aletlerle değil, sevgisinin gücüyle şifa verebilir hale gelmek...
Yıllar önce ‘ben senden hoşlanıyorum’ diyen o tatlı kıza, ‘ne hoşlanması yahu, ben daha dünyayı kurtaracam’ diyen bir garip oğul...

Yağmurlu bir gecede rastladığı eşek ile yeni
doğan sıpasını anlattı bana... İsmini Yağmur koyduğu sıpanın annesi doğumdan kısa bir süre sonra ölünce neler olduğunu, onun annesizliğe alışması için nasıl uğraştığını...
Üniversite planlarını, ne tarz bir veteriner olmak istediğini anlattı...

Çok yakın zamanda Turkcell’in Hasan Kızıl’a dair haberleri duyması ve tanışarak katkıda bulunmak istemesiyle hayatında yeni bir sayfa açılmış.... Ekip Mardin’e gelmiş, atölyesinde zaman geçirmişler... 3D yazıcı ve bilgisayar hediye ederek Hasan’ın çabalarını desteklemişler... Ayrıca nasıl kullanması gerektiğini, menüleri ve cihaz bakımını, hangi ortamlarda hangi uygulamaları kullanarak tasarım yapabileceği konusunda bilgilendirmelerde bulunmuşlar... Eğitim ekim ayı içinde İstanbul’da da devam etti... Bu ziyarette yaptıklarını hazırladıkları bir kısa film ile 4 Ekim Hayvanları Koruma Günü’nde paylaştı Turkcell... 


Hasan Kızıl... Hayat Tamircisi...


O gün 40°44’ doğu meridyenleri, 37°19’ kuzey paralellerinin kesiştiği yerde, görünüşte oturduğumuz masada, gerçekte ise geçmiş ile geleceği birleştiren o noktada hayaller ve umutlarla gökyüzünde süzülür gibi geçen birkaç saat...
Yolun bahtın alnın hep açık olsun Hasan...



💜

Ben bu şehre gelmeden önceki zamanlarda farklı kişilerle aramda geçen bazı dialoglardan satırlar şöyleydi...

-Mardin’e geliyorum
-Kaç günlüğüne?
-Bir hafta
-Oo Mardin için çok iyi süre

.........

-Uçak biletimi aldım
-Kaç gün kalırsın?
-Bir hafta
-Bir hafta mı, sıkılmayasın?

İnsanın turist hali şekil 1.a 😊 (Midyat)

Bunları söyleyenler Mardin’de yaşayanlar üstelik...
İnsanlar buraya gelince n'apıyorlar ki? Ateş almaya gelmiş gibi bi kapıdan uğrayıp, üçbeş sıradışı egzotik fotoğraf, bu mu ?
Yine o da hiç yoktan iyi, bir kişi üç kişiye anlatsa hesabı...
Yani bir bakıma “insanın turist hali”...



Bu konuda hiç beklemediğim bir yerden gelen yorumu buraya almak isterim...
İnsanın turist hali şekil 1.b 😉 (Zinciriye)

“Sorumluluk almadan ve tüketiyor olmayı aşan sahici bir ilişki kurmaksızın, insanların, manzaraların, köylerin, şehirlerin önünden, bir dekorun önünden geçer gibi geçilip gidiliyor olması...”

Tam da anlatmak istediğim duyguyu ifade eden kelimeler bunlar...
Bir haftanın Mardin için uzun bir süre olup olmaması, sıkılıp sıkılmayacağım, şehre bakışımla, şehri yaşamak istememle ilgiliydi... İnsanın turist hali için fazla olabilecek bir süre, tüketmeden sahici bir ilişki kurmak isteyen biri için yetersiz bile kalabiliyor...

Deyrulzafaran Manastırı
Büyülü, şiirsel, masalsı, gizemli bir şehir tanımları bana kısıtlayıcı geliyor... Mardin bunlardan çok daha derin bir yaşanmışlığın eseri...
2+2nin 4ten çook daha fazla ettiği bir toprak... İçinde yaşayan herkesin toplamından çok daha yüce bir yer...
Bin yıllarca kan, hırs ve kin dolu savaşlar gören bu topraklardan, böylesine gözle görülür, ruhen hissedilir şekilde sevgi tütüyor olmasına bir sıfat bir tanım bulamıyorum...

Büyülü bir şehir mi sorusunun cevabı, evet olağanüstü büyülü bir şehir...
Ve bence, İstanbul ne kadar büyülüyse Mardin de o kadar büyülü bir şehir... İstanbul'da yaşayıp şehrin sıkıntısını çekenlere ne kadar büyülüyse İstanbul...

Büyülü şehir, masal şehri tanımları bana turistik sıfatlar gibi geliyor çünkü... Turist olarak gelen o şehri solur, büyülenir ve o etkiden uzun süre kurtulamaz... Peki ya "o şehirde yaşayanlar" ?
Onun büyüsü yaşamı kolaylaştırıyor mu, asıl soru bu... Ben bu sorunun cevabına talibim, zor ve güzel yönleriyle... Acısına, kederine, sıkıntısına gözlerimi kapatıp başımı çevirmeden... 

📷Hilal Yaşlı

Mezopotamya’ya yağan karın muhteşem manzarası, kaleye çıkan yokuşlardaki ara sokaklardan birinde yaşayan bir ailenin hayatını kolaylaştırır mı...
Bir şehri yaşamak ile bir şehirde yaşamak aynı şey olamıyor....

📷Hilal Yaşlı


Çarşıların derinliklerinde tanıştığım bir dükkan sahibinin anlattıkları ise yaşamın ayrı bir boyutu... Askerlik için gittiği İstanbul’da 15 sene yaşayıp, Türk Hava Yolları’nda host olarak uzun süre çalışan bu kişi tekrar Mardin’e dönerek evlenmiş, işini kurmuş...
Dönmüş dönebilmiş, şehir hayatının sözümona konforuna kapılmamış...
Geçinmek kolay mı? Hiç değil...
2017 Eylül ayı sonunda Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı araştırma sonuçlarına göre, “ortalama yıllık eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert gelirinin en düşük olduğu bölgeler” listesinde ismi geçen bir il burası....
Fakat az önce bahsettiğim dükkan sahibi özellikle şunu söyledi, “İstanbul’a dönünce anlatın bunu, bunun parayla, kazançla, malını satmakta ilgisi yok; burada insanlar yaşıyor, gelin görün tanıyın... gazetede yazanlarla değil kendiniz görüp yaşayarak öğrenin...”

Gitmeden önce en sık duyduğum soru “korkmuyor musun” idi...
Döndüğümdeyse “nasıldı, bir olay var mıydı” sorusu...
Hayır korkmuyordum, daha doğrusu korkma fikri aklıma bile gelmemişti...
Ve hayır, olay yoktu... Zaten “olay” ne demek ki ?!
Hele ki İstanbul’da yaşayan biri için...
Duvar...
Lokman Açıl ile  Mardin çevre turu yaptığımız gün, minibüsümüz Nusaybin'de polis kontrol noktasında durdu... Olağan bir kontrol...
İyi de İstanbul'da metroya her binişimde (bazen iki kez) polis kontrolünden geçiyorum ben; güvenlik görevlisi değil, polis !
karşısı Suriye...
Kadıköy, Taksim, Galatasaray, Beşiktaş meydanları toma, panzer ve çevik kuvvet ekiplerinin, sıradan günde görüldüğü yerler... İnsan İstanbul’da gezmeye gittiğinde karşısında bunları görünce güvende değil de tedirgin hissetmiyor mu kendini ? 

Mardin’de huzurluydum ve bu hiç bozulmadı... 1.Cadde’den geçerek gece karanlığında otelime gitmek tedirgin etmedi... Aynı saatte Beyoğlu’nda yalnız yürüyemem ben... Başıma birşey gelir diye değil, kendimi huzurlu ve rahat hissetmediğim için...
Bu yüzden tur sırasındaki polis kontrolünde heyecanlanamadım, benim şehir rutinimde var bu kontroller...
Bir gün bir yerde otururken sağımdan bir bomm sesi geldi, refleksle sesin geldiği tarafa baktım... Yanımdaki kişi, korkma bomba değil balon, dedi... Ataşehir’de jetler ses hızını aşarak geçti tepemden gecenin bir yarısı, ondan korkmadım, bundan mı korkayım, yapmayın Allah aşkına...

Mardin’de beni en çok etkileyen iltifatı, cann bir kıvırcıktan duydum:
Senin samimiyetine inandım, dedi... Burada o kadar çok maceraperest gördük ki, anlıyoruz artık kim samimi kim değil, diye devam etti...
Benim de kendime olan kilitlerimden birini daha açtı bu söz...
Belki de kendime sorduğum sorunun cevabıydı...


Sonra siyah beyaz ince çizgili birine, Mardin II.Bölüm'de bahsettiğim Haydar Demirtaş'a bir sohbetimizde bundan bahsettim... Entellektüel, duygusal ve analitik anlamda düşüncelerine değer verdiğim bir insan Haydar... O yüzden acı soruyu ona sormak istedim :

"Sence bu bendeki İstanbullunun doğu romantizmi mi?"

Göz ucuyla bana, göz dolusu Mezopotamya’ya baktı....
Yok değil, dedi...
İki kelime...

Öyleyse durmak yok... yola devam...








💜




   Let love rule...