Bu Blogda Ara

12 Ocak 2023 Perşembe

ALTI ÜSTÜ OYA... 'oya'nın peşinde bir ömür...

"Hayatta beni ne heyecanlandırır?" 

Bu soru insanın kendine sorması gereken en önemli soruların başında geliyor. Cevabını keşfedebilmek ise kişinin yaşamı, var oluşu algılamasını, anlamlandırmasını bambaşka bir hale dönüştürüyor. İnsanın bir konuya tutkuyla, adanmışlıkla bağlanması, onun peşinde yedi iklim dört bucak dolaşacak sabra ve motivasyona sahip olması, çok özel bir durum. Bunu herkes bu şekilde yaşamıyor. Kimisi tutkusunun ne olduğunu bildiği halde çeşitli sebeplerle peşinden gidememiş olmanın burukluğunu duyarken, kimisi bunun farkına bile varamadan, bir ömrü hep eksik hep tatsız yaşıyor, arayışı ve o dolmayan boşluk duygusu hiç dinmiyor.

Dr.Şadiye Çetintaş, "Rüzgarda uçuşan yazmalar ve kenarındaki oyalara ne zaman vuruldum hatırlamıyorum", diye başlıyor söze. Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi 1977 mezunu olan Şadiye Hanım, hekim olarak yıllarca kadın sağlığı ve üreme hakları konusunda pek çok projede çalışmış. Hekime bile rahatça anlatamadıkları dertlerini, mahremlerini, oyalarla bu kadar rahat dile getirmelerine, bu gizemli dili bu kadar ustalıkla kullanmalarına tanık olmak onu bir arkeolog gibi ince ince araştırmaya yöneltmiş. "İçine girdikçe hayretim ve hayranlığım arttı. Kadınların ördüğü bu dünyada bambaşka bir zenginlik vardı. İlginç, güçlü tasarım, renk seçimi ve malzeme kullanımı muhteşemdi. Kadının bu zenginliği kendi dünyasının tüm bileşenleri ile yaratması beni meslek olarak da çok etkiledi." diyor.

çikolata,sigara kağıdı ve
deniz kabuklarıyla yapılan oyalar
Bilinçli olarak biriktirmeye başlaması ise 35-40 yılı bulmuş. Okuma, araştırma, fotoğraflama, envanter çalışması ile yemenileri zengin bir koleksiyona dönüşmüş.  2000'i aşkın oyalı yazmanın bir kısmını bu sergide gün yüzüne çıkaran Şadiye Çetintaş, "Bugün yokluktan şikâyet ediyoruz ama buradaki vitrinlerde gördüğünüz gibi kadınlar süngerden, iplikten, artık bezlerden, deniz kabuklarından, kavun çekirdeğinden bile oya yapabilmiş." diye dikkatimi çekti. Yani bugün önemle üzerinde durduğumuz 'sıfır atık' uygulamalarını, Anadolu kadınları çok daha eskilerde yapıyorlarmış.

Çocukluğundan beri bir şeyler toplayan, çiçekleri, renkleri ve doğayı çok seven bir insan Şadiye Hanım. “Ben çok dolaşan biriyim, gençliğimde   çok trekking yapardım. Cuma akşamı işten çıkıp, otobüse binip bir yere gider, Pazar akşamı otobüse biner direkt işe giderdik. Öyle bir tempomuz vardı."

"Ev almadım, oya aldım.”

Bütün Anadolu’yu, 81 ili dolaşırken, oya merakı olduğu için her gittiği yerde dükkânlara girip adres bırakırmış. "Kadınların elleri sıkıştıkça çeyizlerinden bir şeyler sattığını biliyordum. Böyle bir durum olursa beni arayın derdim, birçok insan beni aradı. Bir güven oluşturduktan ve önem verdiğinizi anlamalarından sonra oradan buradan sizi buluyorlar. Ayrıca Ege’de İzmir’de yaşayan bir arkadaşımla Tire, Ödemiş, Aydın pazarları gibi çok pazar gezdik." Oyaların emin ellerde olduğunu ve değerinin bilineceğini bilerek göndermişler. 

Nallıhan, Şadiye Hanım'ın oya serüveninde çok önemli bir yere sahip. Ankara'nın bu ilçesinin “tarihi ipek yolu” güzergâhında yer alması, ipekböcekçiliğinin günümüze yakın bir tarihe kadar devam etmesinde önemli bir rol oynamış. Hatta Nallıhan İğne Oyası 2018 yılında coğrafi işaret tescil belgesi almış. Onun yaşamında bir 'oya'nın peşine düşmenin, gönlünü bağlamanın, sabırla beklemenin özü, Nallıhan oyaları ile çok bağlantılı. Bu şekilde 35-40 yıl içinde bu muhteşem koleksiyon toplanmış.  

Sergide şimdilik sadece kendisinde bulunan 3 tane oya bulunuyor. 
"Üçünü de oya koleksiyoncusundan 
antikacısına birçok arkadaş gördü. Yöresini ve ismini tam olarak bilemedik ama İstanbul ya da Balkanlar yöresinden olduğuna yönelik tahminlerimiz var. Ben birine buket, birine atom ismini verdim. Onlar benim için de, oya grubu için de çok büyük önem arz ediyor, çünkü başka yok” diyor.

oyalardaki ibrik motifine dikkat...
'Oya' süslemek ve süslenmek gereksinimiyle oluşturulan, tekniği 'üç boyutlu örgü' olan bir el sanatıdır. Ancak sadece teknik bir tanımla yetinmek 'oya'ya büyük haksızlık olur. Bu sabır ve emek yoğun teknik, ince, zarif ve gizemli bir dildir. Günümüzde bile rastlanan 'gelinin sesinin duyulmaması', kadının yaratıcılığını şahlandırmış ve böylece sessiz bir dil, eşsiz bir halk sanatı doğmuştur. Türk iğne oyaları stilize motifleriyle eşsiz bir zarafete sahiptir. Doğadaki çiçeklerin birçok çeşidini kendilerine model olarak alan üç boyutlu oyalar, çift iğne de denilen sık düğüm örgülü, dalı, yaprağı, çiçeği, tomurcuğu hatta meyvesi olan iğne oyalarıdır. Genellikle ipek üretimi yapılan yörelerde ipek iplikle örülüp, örgü içinde yürütülen at kılı ile üç boyutlu şekillendirilir.

Kadın kendi dünyasındaki tüm yaşananları, duygu ve düşüncelerini 'oya'lar aracılığıyla gerekli kişilere iletir. Sevgi, nefret, karşılıklı/karşılıksız aşk, hasret, gurbet, sevinç, keder, medeni durum ve hatta gebelik, doğum, lohusalık, bekaret gibi en mahrem durumlarını dahi 'oya'larla anlatır. 'Oya'ların sadece şekilleri değil renkleri de bu gizemli dilin bir unsurudur. Bu köklü ve zengin kültürel miras, kadının sesli olarak söyleyemediklerini anlatma biçimidir. 

Serginin açılışında yaptığı konuşmada "Aşklarını, karşılıklı/karşılıksız bütün aşklarını... Hasretlerini, kavuşmalarını, dayanışmalarını, çatışmalarını, hepsini oyalara nakşetmişler... Bugünlere kadar gelmiş... Bunları yapanlar, saklayanlar ve bize taşıyanlar en değerlilerimiz." diyen Şadiye Hanım'ın koleksiyonunda neler yok ki !




Bebek bekleyen yeni gelinlerin müjdeyi 'elma çiçeği oyası' ile vermeleri... "ultrasonla müjde verecek hali yok, elma oyası işlemeli yazmasını takmış, çıkmış ortaya salınmış. Kocasından komşusuna kadar herkes onun hamile olduğunu öğrenmiş böylece." 

Sonsuz sevgiyi, mutluluğu, nezaketi anlatan 'gül oya'...

Yeni gelinlerin, evlenmemiş görümceleri için, 'bir an önce evlenip gitsin de ben evin tek kızı kalayım' diye bir niyet ve dua niteliğinde yaptıkları 'menekşe oyalı yazma'... 

'Oya'ya dair dörtlükler...

"Başında mor menekşe / Herkes şaştı bu işe / Senin kızın bahtına / Sevdiği oğlan düşe..."

"Yazmayı oyaladım / Örtmeye kıyamadım / Otur yanı başıma / Ben sana doyamadım..."








Aramız çayır çimen gibi huzurlu, ferah, çiçek gibi huzurlu olsun, mesajını veren 'filize oya'...

Aramızdaki soğukluk mezara dek sürecek anlamındaki 'mezartaşı oya'...

Tatsızlığı ve acıyı simgeleyen 'biber oya'yı takarak sessizce, 'evliliğime acı düştü'; hele eğer biberler tamamen kırmızıysa ‘artık dayanılacak gibi değil’ diyen gelinler... 

Kayınvalidenin gönlünü yapmanın zorluklarını, yapımı son derece zor olan 'zembil oya' ile anlatan gelinler...




Ama bir de Aydın Patı oyası var ki, her erkek çocuğun çeyizine mutlaka konuyor. Evet yanlış okumadınız, erkek çeyizine... Kız isteme için gönderilen bohçada bu oyadan çıkmazsa, erkek tarafı şansına küsüyor.Sadece kırmızının özel üç tonu kullanılarak yapılan bu oyalara boşuna 'tarla sattıran oya' denmiyor.Yapımı meşakkatli ve yüksek maliyetli olan bu oyaları yapanlar da ona göre bir fiyat biçiyorlar. 

Şu güzelliğe bakar mısınız,tarla sattırır mı sattırmaz mı 😄        


Tabi bunlar hemen o gün yapılmıyor. Kızın çeyizi hazırlanırken bütün bu olasılıklar düşünülerek tipik oyalar işleniyor ve çeyize konuluyor. Kızcağız da yeri geldikçe takıyor.

'Oya'; iğne, tığ, firkete, çengelli iğne, mekik, şiş ile ya da tezgahta yapılabilir. Dokuma ve iplik üretimi neolitik çağda başlamıştır. İğne 'oya'sının temeli olan ipek, kullanılan malzemelerin başında gelir. İpeğin, ipek böceğinin kozayı örüşünden itibaren elde edilmesi, sarılması, boyanması gibi, özel bir emek gerektiren zor işlerin hepsi oya ritüelinin de parçaları... Bu işler insanların bir araya gelerek kollektif olarak çalışmaları sonucu oluyor.  

İpek ile iğnenin ne zaman dans etmeye başladığı net değilse de, 'oya'nın da tekniği olan örgüye ait ilk bulgulara Mısır'ın Memfis şehrindeki kazılarda rastlanmıştır. 'Oya'nın bir halk sanatı olduğu, 12.yüzyılda Anadolu'dan Yunanistan'a, oradan da İtalya yoluyla Avrupa'ya geçtiği görüşü kabul görmektedir. 

'Oya' sözcüğünün başka dillerde karşılığının olmayışı çok ilginçtir, iğne oyaları dünya literatüründe ‘‘Turkish Lace / Türk Danteli’’ olarak bilinmektedir. “Oy, oya, uya, oyu” kelimeleri aynı kökten gelen, ağız farkı olan sözlerdir ve dolayısıyla 'oya' Türkçe bir kelimedir. Avrupa dillerinde 'lace' adı verilen dantel örgüler, iki boyutlu yüzey oluşturan tığ, şiş ve iğne ile yapılan düğümsüz ilmekli örgülerdir. Dolayısıyla 'lace' terimi 'oya'nın değil 'dantel'in karşılığıdır. İğne oyası ise düğümlü ilmekle, ince sık örme tekniği ile tek başına takı veya aksesuar olan, giyimi ve eşyayı süsleyen bir zanaatın sanata dönüşen örnekleriyle dantelden çok ileridir.


Kenan Özbel 'oya' örücülüğü etiğini "Oya ve Oya Çeşitleri" kitabında şöyle yazar: "Motif, bulanın malıdır. Sahibinin rızası olmadan başkaları tarafından taklit edilmez. Müsaadesiz kopya edenlere iyi gözle bakılmaz ve bu gibilere hırsız muamelesi yapılır."  
Sn Kenan Özbel 1940larda yazdığı
bu kitapta, etik konusunda noktayı koymuş...

Mudurnu gelin fesi



Türk dilinde bir kıza güzelliğin ve zarafetin simgesi olarak 'Oya' adı verilir veya güzelliğin ifadesi için 'oya gibi' benzetmesi yapılır. 

 'Oya' türkülere, manilere de konu olmuş. Sergideki oyalı yazmaların yanlarındaki kartlarda yazan manilerin çeşitliliği karşısında hayrete düşmemek elde değil. Bunların bir kısmını fotoğraflarda görebilirsiniz.

Her ne kadar kadın baş süslemesinde yoğun olarak kullanılsa da, erkek giyiminde de oya kullanımına rastlanır. Örneğin efe başlığına genç kızlar tarafından işlenen oyalarla süslü poşu bağlanır. Efe başlığındaki oyalar üç katlıdır. Bunlar efenin annesi, kız kardeşi ve eşi (veya nişanlısı, yavuklusu) tarafından yapılmış oyalardır. Oyalar erkek giyiminde yalnız başlıkta değil, para kesesi, mühür kesesi, damat iç göyneği ve mendil kenarında vb. kullanılmıştır.

Özenle yapılan bu oyalı yazma ve tülbentler, muhafaza şekilleriyle çeyiz kültürümüzde farklı bir yere sahiptir. Yörelere göre oyaların cinsine, kullanım amacına, ailenin imkânlarına bağlı olarak tülbent, yazma ve diğer oyalı ürünlerin muhafaza edilme şekilleri de değişmektedir. Kimi yerlerde beyaz işlemeli bohçalar içerisinde, çeyiz sandıklarında, dolaplarda, karton kutuların içerisinde korunurken, bazı yörelerde ise özel olarak yapılan “oya camekânı, yazma sandığı, yemeni sandığı, oya sandığı” gibi isimlerle anılan özel sandıklarda muhafaza edilmektedir. Genellikle ceviz ağacının tercih edildiği bu sandıkların dört yüzeyinin camlı olması ve oyaların buradan görünmesi özellik olarak aranmaktadır.

Oya sandığı

Boynundaki kolyenin özgün tasarım fikri 
Şadiye Çetintaş'a ait olup,
efe oyası üzerine gümüş kaplama
suretiyle özel yapımdır.
Şadiye Çetintaş ile yaptığımız sohbetten öğrendiklerimi bu yazımda, onun cümleleriyle aktarırken, bir yandan da sergi için hazırlanan bilgilendirme metinlerinden ve bir de gazete röportajından yararlandım.

Ayrıca iğne, tığ, firkete gibi örmede kullanılan araca ve tekniğe; yazma, gelin tacı, efe başlığı, yatak takımı, mendil, kese gibi kullanıldığı yere; ana motif tekrarı, ana-ara motif tekrarı, aralıksız sıra halinde tekrar gibi kompozisyon şekillerine göre; geometrik, bitkisel, soyut sembolik, figürlü gibi bezeme tekniklerine göre değişen oya çeşitleriyle ilgili bir çok makale okudum.

Dr.Şadiye Çetintaş'ın, daha önce 2005 yılında İş Sanat'ta "Oyalı da Yazma Başında" türkü şöleninde Prof.Dr.Taciser Onuk Koleksiyonu ile birlikte ilk kez sergilenen oyaları, 2018 yılında da Bursa Merinos Tekstil Sanayi Müzesi'nde Uluslararası İpek Oya Festivali'nde uzun süre sergilenmiş.

💙

Tekrar yazının başındaki soruya dönecek olursak... "Hayatta beni ne heyecanlandırır?" sorusuna, hiç de kolay olmayan yaşanmışlıkların içinden geçerken cevap bulan bir kadın Şadiye Çetintaş... İnsanın pes edeceği noktalara kadar gelip, oyaların o zarif incelikli dünyasına girdiği andan itibaren hayata bir başka bakmaya başlayan bir kadın... Hem mesleki hem de sosyal anlamda oldukça yoğun yıllarda, sabırla, tutkuyla, gayretle peşlerinde adeta iz sürdüğü oyalarıyla gülümsemeye devam etmiş bir kadın... 

Küratörlüğünü sevgili Elif Kodaman'ın yaptığı, fotoğraflarda bir kısmını göstermeye çalıştığım sergide, yaşı 2-3 aydan başlayıp 150 yıla kadar uzanan 'oyalı yemeni'leri, yörelerine ve isimlerine göre tasnif edilmiş şekilde görebilirsiniz. Bunun yanında oya yapım aletleri, oyaya dair kitaplar ve eşsiz güzellikte başlıklar da, 19 Ocak 2023 tarihine kadar Göztepe TCDD Kültür ve Sanat'ta... 


💙

Müze Shop'un kurucusu, tasarımcı ve iğne oyası araştırmacısı sevgili Gülin Şenyuva'nın Şadiye Çetintaş ile yaptığı çok keyifli bir sohbeti izlemeniz için linki paylaşıyorum.

https://www.instagram.com/tv/CKbcGcTjlty/?igshid=MDJmNzVkMjY%3D

💙

let love rule...





7 Ocak 2023 Cumartesi

DAVUL ŞAMANIN ATIDIR...

Geçmişi on binlerce yıl geriye uzanmasına ve insanlığın ilk spiritüel uygulaması olmasına rağmen, son yıllarda yeniden keşfedilirmişçesine popüler kültürün bir parçası haline gelen “Şaman” kelimesini duyduğumuzda, genellikle hayalimizde, ilkel bir kabilede gece vakti, üzerinde tüyler, kürkler, deriler ve şıngırdayan aksesuarlardan oluşan bir kıyafet ve başlık olan, elindeki davulu çalarak ateşin etrafında dolaşan ve ritüel yapan bir kişi canlanır. Fakat bu görselliğin ardında, bir esrime (trans) haline girip bilincin derin seviyelerine inen, farklı bir gerçekliğe geçerek yardımcı ruhsal varlıklarla temas içine girebilen bir insan vardır.

Dar anlamda Şamanlık, tipik olarak Sibirya ve Orta Asya’ya özgü bir olgudur. Şaman kelimesi Sibirya'daki bir Tunguz kavmi olan Evenki halkının dilinden gelmektedir. Ezoterik bilgiler ve olağanüstü spiritüel yeteneklerle yakın bir bağı olan Şaman, genellikle insan ve ruhsal dünya arasında iletişim sağlayan bir aracı olarak tanımlanır ve Şamanik kültürlerde "karanlıkta gören kişi" anlamını kazanmıştır. Eski Türkler’in Kam olarak adlandırdığı Şaman, Yakut dilinde ojun, Moğol dilinde böge gibi farklı isimlerle anılsa da, Sibirya, Orta ve Güneydoğu Asya, Afrika, Avustralya, Grönland, Orta, Kuzey ve Güney Amerika'daki kabile halkları arasında ve Laponya'daki Samiler gibi Kuzey Avrupa kültürlerinde, bakış açısı, dünya görüşü ve uygulamalarda, Şamanlıkla ilgili geniş kapsamlı genellemeler yapmamıza olanak tanıyan ortak noktalar vardır.
Eski yerli kültürlerin küçümseyici şekilde ilkel olarak nitelendirilmesi özellikle aklıma takılır. Evreni “görünen şeylerin ve görünmeyen şeylerin alemleri” olarak değerlendirip, bunları ayıran kesin bir sınır olmadığı, bütünün yarısı olarak birlikte var oldukları anlayışına sahip olmaları kilit bir önem taşıyor.

Tijen Aykut Çorbacı, yağlı boya tablo
Kişinin bir Şaman olması ve vizyon (görü) alması bir anda gerçekleşen bir şey değildir, bir takım olaylar onu bu yola yönlendirir. Örneğin yaşamını tehdit eden bir hastalık veya bir kaza sonucu ölüme yakın bir deneyim yaşamak; psikolojik bir kriz geçirmek; rüyasında bir atası veya güçlü bir spiritüel varlık tarafından ziyaret edilerek çağrı almak... Bunun neticesinde gelen bir  “aşkınlık” evresi  ve “bütün ile bir olma” tecrübesi, kişinin iç  dünyasında ve hayatında son derece köklü değişikliklere yol açar. Var oluşun ana kaynağıyla olan bu yakınlaşma hissi, çok daha engin ve derin bir yaşam anlayışı ve algısı kazanmasına sebep olur. Ve yaşanan bu vizyoner deneyimden genellikle şifa, durugörü gibi yeteneklerle geri döner. Özellikle yaşamlarını tehdit eden, ölüme yakın deneyim geçirmiş olanlarda görülen bu durum, Şamanik şifacı olma yolunda ilerleyen kişinin, başkalarının ıstıraplarına karşı da derin ve kalıcı bir empati ve şefkat deneyimlemesini sağlar. Kişiyi bir şifacı haline getiren de işte kalp merkezli bu şefkattir. Bu sebeple pek çok toplumda Şaman, “yaralı şifacı” olarak bilinir.

Tijen Aykut Çorbacı, yağlı boya tablo
Şaman özelliğini taşıyan kişi, ki bu kadın veya erkek olabilir, bu görünmeyen, saklı şeylerin alemiyle nasıl irtibat kurulacağını, nasıl giriş yapılacağını pratikler yoluyla öğrenir. Bu alana bir kez ulaşınca da yerli insanların atalar, yardımcı ruhlar olarak tanımladığı, maddesel diye nitelenen alemin dışındaki varlıklarla ve güçlerle karşılaşır.

Şaman için doğa üstü veya gerçek ötesi bir dünya yoktur. Görünen ve görünmeyen boyutlarıyla bir olan, sadece doğal dünya vardır. Şekil ve maddenin görünen, elle tutulabilen alemi ile ruh ve enerjinin görünmeyen alemi arasında derin düşünceye dalar ve meditatif haldeyken ritüeller yapar.

Tijen Aykut Çorbacı, yağlı boya tablo
Bu ritüellerle örneğin travmatik bir kayıp deneyimi yaşamış bir kişiye gücünü yeniden bulması, yaşama tutunması için yardımcı olabilir. İnsanın fiziksel ve enerjisel bedenlerinde psikolojik veya fiziki rahatsızlar şeklinde ortaya çıkan blokajların çözülmesinde süreci yönetebilir. Fiziksel, duygusal, zihinsel, spiritüel seviyede şifa verecek bütünsel anlamda çalışmalar yapabilir. Gelişmiş sezgisel uygulamalar yoluyla, erişim sağladığı öte alemden bilgiler sağlayabilir. Bazı Şamanlar, ölen kişinin ruhsal varlığına, bedensel ölümün ardından gideceği boyuta ulaşması için rehberlik etme yeteneğine de sahiptir.

İnsanlığın avcı/toplayıcı dönemindeki yerli kültürlerde avcılık insan hayatında dikkate değer bir yer kaplamaktaydı. Bu nedenle avların başarılı geçmesi için şamanlardan yardım istenirdi. Şamanik çalışmalar, kabilelerine yiyecek ve diğer kaynakları bulmak amacıyla yapılmaktaydı. Geniş ve derin farkındalık seviyelerine geçerek, eti ya da postu için avlanan hayvanın ruhu ile bağlantı kuruyorlardı. Ancak bu irtibatı sağlamak, usulü doğru uygulamakla ve buna izin sahibi olmakla ilgiliydi ve Şamanın özel alanıydı. Şamanlık özel durumlar ve uzun ve zorlu bir süreçten geçmeyi gerektirdiği için her toplumda bu seviyede olan kişi sayısı çok azdı.


Tijen Aykut Çorbacı, yağlı boya tablo
Bu noktada şu önemli konuya özellikle dikkat çekmek gerekiyor. Şamanlık çeşitli ritüel barındırsa da kendi başına bir din değildir. Şamanik uygulamaları kişisel gelişim ve şifa için hayatımıza taşıyabilir, çalışmalar için gayret gösterebiliriz. Ancak bu Şaman olarak adlandırılacağımız anlamına gelmez. Şaman olmak yıllar boyunca ağır ağır gelişim gösteren bir çalışmadır. Ve kişinin büyük bir şifacı ve vizyoner haline dönüşmesi sürecinde, kendisini şekillendiren bir çok zorlu inisiyasyondan geçmesi söz konusudur. 
Aslında yerli toplumlarda kişi kendisine zaten Şaman demez. Böyle bir tavır, kişinin gücüyle övünüp böbürlenmesi olarak görülür, ki bu büyüklenme onu kaybetmeye kadar götürür. Şaman dünyasında diplomalar ve sertifikalar yoktur, kişinin edindiği bir meslek değildir. Bu, kişiye bahşedilen bir ünvandır ve kişinin şifacı ya da kahin olarak başkalarına getirdiği hayır ve esenliğe dayalıdır.

Davul Şaman’ın atıdır, diye tabir edilir. Bu dünyadan öte dünyalara bu davulun ritmiyle gider ve döner. Şamanların en değerli ritüel objeleri, derin simgesel anlamlar barındıran davulları olmuştur. Vurmalı çalgıların ve tamtam seslerindeki ritmin vizyon (görü) deneyimine geçiş aşamasında beyin üzerinde etkileri olduğunu ortaya koymuştur. Bunu beyin dalgalarımızın seviyelerini anlatarak açıklayabiliriz.
➰Delta dalgaları: saniyede 1-4 Hertz, uyku ve rüya durumunda...

➰Alfa dalgaları: saniyede 8-12 Hertz, uykudan yeni uyandığımız veya uykuya geçiş anlarında, uyanık ve farkında olduğumuz, ama belli bir şey yapmadığımız bir dinlenme hali. Nefes seansları ve meditasyon sırasında olduğu gibi...

➰Beta dalgaları: saniyede 12-25 Hertz, yaşadığımız dünyaya ilişkin aktif düşünme, öğrenme, ilgilenme, odaklanma  

Beynimizin analitik olan sol yarım küresi, günlük hayatımızda daha çok beta dalgaları ile işlev görürken, genellikle bizim duygusal ve sezgisel işlevlerimizi yürüten sağ beyin ise alfa dalgalarında kalır. Biz de genellikle beynin bu iki küresi arasında gidip gelir, yön değiştiririz. Alfa seviyesinin altında ve uykunun delta seviyesinin üzerinde, genellikle tetha dalga boyu seviyesi olarak adlandırılan bir ara bölge mevcuttur; beyin bu alanda 4-8 Hz. aralığında dalga yayar. Bu, farklı bilinç hallerindeyken Zen üstatlarında, transandantal meditatörlerde, psişikler, trans medyumlar ve şamanlarda tespit edilmiş, son derece derin, tefekkür halini andıran, rüya benzeri bir haldir.

Bilincin bu vizyoner seviyesine geçişte davul, tef, çıngırak ve benzeri vurmalı çalgı ritimlerinin büyük katkısı vardır. Saniyede dört ile yedi kere arasında vurulan davulların tek düze sesini ya da sallanan bir çıngırağın tınısını dinlerken beynin her iki yarım küresi de bu ritme kapılır. Karşılık olarak beynin her iki yarım küresi senkronize olur, yavaşlar ve 4 ila 6 Hz. arasında dalga yaymaya başlarlar; bu da kişinin, hafif bir transın tetha seviyesine geçmesine olanak sağlar. 

Avcı/toplayıcı dönemde insanların  mağara duvarlarına el izlerini aktararak, av sahnelerini, toplumsal yapılarına dair çizimleri işleyerek, geleceğe kendilerinden izler bırakmasını andıran şekilde, davul üzerine işlenen resimler de, tıpkı  mağara duvarına çizilen sanatın ilk örnekleri gibi saf ve yaratıcılığın en yalın hali gibidir.

Şamanın davuluna çizdiği her bir sembol kendi iç dünyasını ifade eden unsurlar taşırken, atalarından gelen sözlü ve görsel hikayeleri de içerir. Böylece şamanın davul üzerinde oluşturduğu sembolizm, atalarından geleceğe doğru gelişerek devam eder. Her Şamanın özgün kişisel tecrübeleri olmasından dolayı, davulundaki sembolizm de kendine özeldir.


Şamanın davul ile bu kadar sıkı ilişki kurması ve ona hayati önem vermesi, davulun yapım aşamasında ağacın seçilmesinden başlar. Yapılacak davul sıradan bir müzik aleti değildir. Şamanın karakterini yansıtan bir ağaçtan, belirli işaretlerin ve yaşanmışlıkların karşılığı olarak şekillendirildiği söylenebilir. Mircea Eliade, Şamanizm adlı kitabında, Şamanın rüyalarında evren ağacının bulunduğu mekanlara ruhani yolculuklar yaptığından bahsederken,“davulunun kasnağını bu ağaçtan Yüce Varlığın bu iş için özel olarak düşürdüğü bir daldan yapar.” şeklinde anlatır. Şaman davulunun kasnağı, Şamanlıkta hayatı ve ölümsüzlüğü simgeleyen, aşağı, orta ve yukarı dünyaları birleştiren hayat ağacını temsil eden bir ağacın davul için özel bir dalından yapılır. Bu simgenin anlamı, dünyanın merkezinde yer alan eksenin aracılığıyla, gök ile yer arasında kurulan iletişimdir. Bu kasnağın, kutsal ağaç olarak kabul edilen kayın ya da sedir ağacından, temiz ve sağlam olmasına dikkat edilerek yapıldığı ve bu ana gövdenin hiç bir zaman değiştirilemediği düşünüldüğünde, ağacın kutsallığına bir kez daha vurgu yapıldığı görülmektedir. Aynı şekilde davulun iç taraftaki sapı da bu ağaçlardan yapılır.

Davulun yüzeyini teşkil eden derinin alınacağı hayvan da gelişigüzel seçilemez. Bu seçimin av kültleri ile ilişkisi olduğuna inanan araştırmacılar en çok geyik ya da dağ keçisinin derisinin kullanıldığını söylerler. Davul yapıldıktan sonra üzerine simgesel anlamı olan resimler yapılır. 

Davul yüzeyi kozmik alemi yansıtır. 
Davul yatay ve dikey bir hatla bölünmüştür. 
Bu hatlar, dört ana yöne işaret edebileceği gibi, 
dünyayı gök ve yer olmak üzere iki parçaya da böler. 
Yatay hat kiriştir ve üzerinde çelik ya da 
çıngırak olduğu düşünülen resimler vardır.

Topluluklara göre farklılıklar gösterse de genel anlamıyla davul üzerinde yer alan bu sembollerin gökyüzü, yer ve yeraltı diye sınıflandırılacak bir evren tasarımını içerdiği söylenebilir. Davulun üzerindeki resimler, yer ve gökte yer alan varlıklara aittir. Yukarıya doğru sağda ay, solda güneş ve bunların ortalarında yıldızlar ile kuş, geyik, ağaç şekilleri vardır. Davulun dış kısmında güneş, ay, yıldız, kartal, kuş, yılan, kurbağa, geyik, at, ağaç  gibi tasvirlerin yaygın olarak görüldüğü söylenebilir.

Genel bir ifadeyle davulun üzerinde gökyüzü unsurları ve Gök-Tanrı’ya ulaşma ve yükselme semboliği olarak yer alan güneş ay ve yıldızlar, Şamanın gökyüzü yolculuğunda karanlığı aydınlatma, güneş ana ve ay babanın koruyucu ruhlarından yardım alma ve Gök-Tanrı’ya ulaşma işlevini yerine getiren işlevsel sembollerdir. Geyik, at, koç gibi hayvanlar av törenlerinde avın bereketi, kurban törenlerinde kurbanın kendisi ve yine Şamanın yolculuğu sırasında ona yardımcı olan, kılık değiştirme işlemini gerçekleştirdiği ve yardımcı ruh, koruyucu ruh, erk hayvanı olarak ele alınabilecek işlevsel sembollerdir. Hayat-Evren-Kayın ağacı isimleriyle adlandırılan ağaç çizimleri ise, Şamanın GökTanrı makamına ulaşmak için bir basamak işlevi gören sembollerdir.

Yer-gök-yeraltı unsurları, erk hayvanı, yardımcı ve koruyucu ruhlar, güneş, ay ve yıldızlar, kayın ağacı ve tabiat ruhlarına ait sembollerin tamamı hem davulun hem de elbisenin üstündedir. Böylece Şamanın ritüellerde yapması gereken görevler için kıyafet ve davulu tamamen işlevsel sembollerle donatılmıştır.

💙

Yazıda yer alan görseller: 

➰yağlı boya tablolar Tijen Aykut Çorbacı'nın eserleridir, yazımla beraber paylaşmama izin verdiği için teşekkür ederim...

➰seramik kolyeler, Meri1331 markamın Şifacı koleksiyonundandır.

detaylı bilgi için :  https://meri1331.com/kategori/sifaci-koleksiyonu

KAYNAKÇA:

➰Mircea Eliade, Şamanizm

➰Sandra Ingerman & Hank Wesselman, Ruhsal Dünyaya Uyanış, Doğrudan Bilgiye Giden Şamanik Yol



14 Ekim 2022 Cuma

" SİNEMA BİR ŞENLİKTİR ! " *

Bu sefer daha ilk baştan anlaşalım🙂 

Ağız dolusu “ooh valla hayat sana güzel” diyecek düşünecek olanlar hiç zaman kaybedip okumasınlar bu yazıyı, zaten uzun😜 Hidrojen atomu aleminin amorf maddesinden başlayarak anlatacağım yine... Kimin, ne zaman, neler yaşadığını, ne badireler atlattığını, hayata nasıl tutunduğunu bilmeden, yorum yapıp yargılayanlardan yorulanlar ile devam edelim yolumuza🤞

Bakırköy'de Yeni Sinema'nın karşısındaki bir apartmanda oturuyormuşuz ben doğduğumda. İlkokul yıllarımda annemle Bakırköy’de sahile inen caddedeki Sayanora Sineması ve çarşı içindeki Sinema 74’e giderdik. “Gelecek Program” ve “Pek Yakında” fragmanlarını izlemeye bayılırdım. İlk yıllarda çoğunlukla izlediğim filmden hiç birşey anlamamış olarak çıkardım, sebep-sonuç ilişkilerine hiç aklım ermezdi… Hayatımda ilk kez yalnız sinemaya gidişim Türkiye’de vizyona giriş tarihi Ocak 1981 olan Satürn 3 filmi ile olmuştu. O zamanlar gündüz gösterimlerine matine, gece gösterimlerine suare denirdi. Babam akşam sinemaya bırakmış, çıkışta da gelip almıştı. Bilim kurgu/korku türünde bir filmdi…
Ortaokul yıllarında arkadaşlarla sinemaya gitmeler başladı… Kumburgaz’da yazlık sinema keyfini doya doya yaşadık. Her sabah yol kenarındaki tahtaya o akşamın filminin afişi asılırdı, ismini ve afişini beğenirsek giderdik. En sevdiğim film ismi Cassandra Geçidi idi…

Lisede İstanbul sinema günleri’ni takip etmeye başladık. Benden çok daha iyi izleyici olan arkadaşlarım vardı. Biraz onlardan duyduklarım, biraz etkinlik kitapçığından okuduklarımdan seçebildiğim birkaç filme gidersem ne ala…



80li yıllardan bahsediyorum, Beyoğlu’nda sinemaya gitmek o zamanlar da çok güzeldi. Meğer sandığımdan çook çok daha değerliymiş…

Sonra uzun yıllar Amerikan aksiyon filmlerinin -tabiri caizse-  istilasını yaşadım. Çocukluktan itibaren en sevdiğim tür bilim-kurgu iken, kaçmalı kovalamalı ajanlı savaşlı filmler izledim yıllarca… 

Hatta IMDB’den alfabetik  tarama yapıp izlediğim filmleri yazdığım bir defterim vardı. 2002de bir gün artık yeter dedim… Nasıl bir cana tak etmeyse en sevebileceğim filmleri dahi takip etmez hale geldim. Pardon tabi, Yüzüklerin Efendisi’ni ve StarWars’u ayrı tutmam lazım… Az buz değil, 2020ye kadar yaklaşık bir 20 sene böyle geçti… 

Sonra 2020 şubatında hayatlarımızın ortasına bir bomba düştü: pandemi 😷 

Netfliks izlenme rekorları kırarken ben yine mesafeli durdum. Sonra ne izleyeceğimi bilmez halde, arkadaş gruplarındaki tavsiyeleri değerlendirmeye başladım. Daha çok birkaç sezonluk dizilere bakarak 1 sene de öyle geçti.

2021 kışında Oscar adayları açıklandı, haydii onun peşine düştüm. Oscar sonrası ben şimdi seneye kadar hangi filmler öne çıkıyor nereden anlayacağım derken karşıma (iyi ki !) Cannes’da ana yarışmaya seçilen filmlerin listesi çıktı. Dedim herhalde bunlar bir nebze daha kalitelidir. Açıklanan yönetmen sırasıyla hiç acele etmeden internette bulduğum filmleri izlemeye başladım.

Bu arada bir yandan da izlediğim yönetmenin hayatını okumak, varsa röportajına bakmak, ödül aldıysa teşekkür konuşmasını izlemek şeklinde dünyasına girmeye çalıştım. Tabi Cannes olduğu için Avrupalı ve özellikle Fransız yönetmen ağırlıklı oldu, bünyem kültür şoku yaşadı.
Bir de sinema tarihine biraz baktım, ilk başlangıcı, sonra Avrupa’daki akımlar, Amerika’daki durumlar vs. Buna girmemin sebebi okumalarımda karşılaştığım bazı şeylerdi. Diyor ki falanca yönetmen Fransız Yeni Dalgasından etkilenmiştir. Yav o nedir, benim gözümde tüm Fransız filmleri arthouse işlerdir, sanat filmi deyip uzak durduğumuz cinsten. Efendim Alman Dışavurumculuğu diye bir akım varmış, ben onları başka türlü bilirdim ama 1.Dünya Savaşı sonrasında işler öyle değilmiş falan filan😀

Çocukken isimlerinden afişlerinden, gençken başrol oyuncularının kim olduğundan etkilenerek gittiğim filmlerden başka, yönetmen sineması denen, hatta yönetmen kendi yazdığı hikayeyi çekiyor ise daha da başka bir yere konulan bir dünya varmış. Örneğin konu, tür, dönem, mekan bakımından birbirinden farklı gibi görünen 15 filmi olan bir yönetmenin, hepsinde aslında dönüp dolaşıp kendisine özel olan biricik bir şeyi anlattığını, yani bir derdi,  bir meselesi olduğunu gördüğümde, izlediğim filmler kadar, filmlerde baktığım şeyler de değişti. Olay bir insanın hayatını gözlemlemeye doğru evrildi.

Bu uzun girişi nereye bağlayacağım, dur şimdi geliyorum 🍿📽

2021 Ekim’inde sadece son zamanlarda değil, sadece pandemi döneminde değil, uzun yıllardır da değil, sanırım hayatımda hiç yapmadığım birşeyi yaptım. Bu izlediğim filmlerle beraber takip ettiğim, o Cannes senin, bu Venedik benim, sanal sanal gezdiğim festivallerin neticesinde, hiç haberim olmayan bir şey varmış: meğer tüm bunlarda ödül alan veya beğenilen filmleri İKSV, FilmEkimi organizasyonu ile memlekete getiriyormuş. Bizim 80lerdeki İstanbul Sinema Günleri, olmuş FilmEkimi !!! Ayol film izlemiyorken festivale kim kalkıp gidecek şimdi dediğim günlerden nerelere geldik, bakar mısınız.... Fakat programı görünce şaşırıp kaldım, meğer neymiş bu💜

Velhasıl 28 Nisan 2021 benim için bu anlamda bir milat oldu ve FilmEkimi ile sinemaseverliğim taçlandı. O sene Kadıköy Bahariye’de,1964'ten beri dönem dönem tiyatro sahnesi olarak da hizmet veren, emekle gayretle ayakta duran Kadıköy Sineması’nda gittim festival filmlerine, sonrasında da 2022 kışında yine ara ara büyük perdede film izleme keyfini yaşadım. Bir sitede Kadıköy Sineması için okuduğum şu cümlelere gönülden katılıyorum: "1964 yılından 2022 yılına kadar birçok farklı kimse burayı işletme fırsatı bulmuş olsa da, amacından hiç sapmadan sanatseverlere hizmet veren bu güzel tarih, dilerim ki senelerce varlığını sürdürsün." 

Ve 2022 Nisan'ında Cannes film festivali ana yarışma katılımcılarının açıklanmasıyla, benim yönetmen takibi yapmaya başlamamın 2.senesine girdim. Aynı bir önceki sene olduğu gibi, ama bu sefer  ana akım olMAyan sinema sektöründe olup bitenlerden az buçuk haberdar olarak bu Ekim ayına geldik. Önceden reklamlarına, tanıtımlarına kör-sağır olduğum festivali dört gözle bekler halde hem de…

Bu yıl Anadolu yakasında Kadıköy Sineması’ndan başka, bir de yine Kadıköy’deki Sinematek Sinema Evi de festival salonlarına eklenmiş. İzlemek istediğim ve günü/saati bana uygun olan birkaç film Sinematek'te oynayacağı için, 1 hafta öncesinde, nerededir, yürüyüş mesafesi midir, bir gidip bakayım dedim. 

Marmaray Söğütlüçeşme’ye çok da uzak olmayan, Yoğurtçu  Parkı ile Bahariye caddesinin arasında kalan bir ara sokakta, bence kelimenin tam anlamıyla “açıl susam açıl” tadında bir mekan. Dışarıdan küçücük görünen, içeri girip detaylarını gördükçe kalpte ve gözde değeri, anlamı büyüyen bir yer.



Daha önce o arsada 80lere kadar ayakta durmayı başarmış bir köşk ve limonluğu varmış. Yıkılmadan rölevesi alınmış ve aslına uygun olması koşuluyla, Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu'ndan inşaata izin çıkmış. 

Köşkün 2.katında sadece sinema üzerine kitapları bulunduran özel bir araştırma kütüphanesi, onun bir üstünde de okuma alanı var. Limonluğunun yerine, modern ve çok sade bir cam bina yapılmış, bodrum katında sinema salonu ve fuayesi yer alıyor.

Web sitesinde şöyle anlatılıyor: "Sinematekler sinema mirasını korumak ve film kültürünü yaymak amacıyla faaliyet gösteren kurumlardır. Bu amaçla arşiv çalışması yapar, sanatsal ve tarihî değer taşıyan filmleri seyirciyle buluşturan gösterim programları sunar ve seyircinin sinema sanatıyla daha bilinçli, derin ve güçlü bir bağ kurmasını sağlayan söyleşi, seminer, panel, konferans, sergi ve benzeri etkinlikler düzenler. Sinematekler bugün sinema mirasına sahip çıkan ülkelerin önde gelen kültür kurumları arasında yer almaktadır."

"Sinemanın ilk yıllarında tüketildikten sonra atılacak bir ürün olarak görülen filmleri kültürel miras olarak saklayıp koruma bilinci zaman içinde gelişmiş ve 2. Dünya Savaşı’nda çok sayıda filmi yok olmaktan kurtaran Henri Langlois’nın 1936’da kurduğu Fransız Sinemateki ile kurumsallaşmıştır. Dünyanın en büyük film koleksiyonlarından birine sahip olan Fransız Sinemateki kendisinden sonra gelen pek çok sinemateke model oluşturur."

"Fransız Sinemateki’nin 60’lı yıllardaki seyircileri arasında Türkiye’den Onat Kutlar, Hüseyin Baş ve Şakir Eczacıbaşı da vardır. Türkiye’de böyle bir kurumu hayata geçirmenin hayalini kuran bu ekibe Sabahattin Eyüboğlu, Cevat Çapan, Nijat Özön ve Muhsin Ertuğrul gibi isimlerin katılmasıyla 25 Ağustos 1965’te Türk Sinematek Derneği kurulur. 

Önce Şişli’de, daha sonra Taksim’de gösterimler düzenleyen Sinematek, salt ticari kaygılarla işletilen sinema salonlarında gösterilenlerden farklı, tarihî ve sanatsal değer taşıyan filmler izlemek isteyen sinemaseverlerin buluşma noktası haline gelmekle kalmaz, çıkardığı Yeni Sinema dergisi ile sinema okuryazarlığının gelişmesinde önemli bir rol oynar. Türk Sinematek Derneği, 12 Eylül Darbesi’nde diğer tüm derneklerle birlikte kapatılır."

1975 yılından gazete ilanı
"Türkiye’de ve Fransa’da sinematek çalışmaları içinde görev almış Jak Şalom öncülüğünde, Kadıköy Belediyesi’nin çabaları ile kurulan Sinematek /SinemaEvi, Türk Sinematek Derneği’nin ülkemizin kültür hayatında oynadığı paha biçilmez rolü çağa uygun bir biçimde yeniden canlandırmayı, sinemayı sanat olarak değerlendiren izleyici için bir kültür merkezi işlevi görmeyi, sinema tartışmayı ve sinema üzerine söz üretmeyi amaçlayan faaliyetlerini, Kadıköy’deki binasında sürdürecek. Film programında sinema tarihine geçmiş büyük klasiklerin yanı sıra yeni sinemacılara, keşif değeri taşıyan filmlere, ticari salonlarda izleme imkânı bulunmayan canlandırma, belgesel ve kısa film alanındaki eserlere yer verecek."


Velhasıl bu hafta birkaç filmlik de olsa bir festival yaşarken, 
Kadıköy'ün merkezinde ama kalabalığa gürültüye yeterince mesafeli, 
sakin, tertemiz ve çok düzgün bir mekanda, 
beyaz perdede film izlemenin mutluluğunu duydum.


30 Aralık 1994'te the Marmara Oteli'nin cafesine 
terör örgütü tarafından bırakılmış bombanın patlaması sonucu ağır yaralanan 
ve kurtarılamayarak 11 Ocak 1995'te vefat eden, 
Türkiye'de sinema ve edebiyatın en önemli isimlerinden biri olan, 
Türk Sinematek Derneği'nin kurucusu, 
Onat Kutlar'ın anısına...
* Bu yazımın başlığı, bence sinemanın en güzel tanımı olan bu kitabının ismi olsun istedim...

💙

let love rule...



İlgilenenler için linkler:
https://sinematek.kadikoy.bel.tr/
https://iyikigormusum.com/turk-sinematek-dernegi

    

26 Mayıs 2021 Çarşamba

ŞEHNAZ MAKAMI...

40 yıl önce tam da bugünlerde Türkiye'nin her yanında öğrenciler Anadolu Liseleri sınavlarına hazırlanıyorlardı... Onlar test kitaplarına gömülmüş soru çözerken, kader mekanizmasının vazifelileri, yaşamlarımızın incecik iplikçiklerini birbirine ilmekliyor, ağlarını örüyordu...

Edirne'de sarı uzun saçları iki yandan örgülü, yeşil gözlü, minik bir kız çocuğu da gayret içindeydi... Şehnaz...

2.Basamak sınavının yerleştirme sonuçlarını gazetede okuduğumuz gün, nasıl bir arkadaşlığın eşiğinde olduğumuzun farkında bile değildik... 1981 senesinin Eylül ayında, İstanbul Erkek Lisesi'nin Hazırlık-B şubesinde toplanan 33 öğrenci, bir ömür sürecek ortak bir yolun başındaydılar. Tüm insancıklara yaptığı gibi, hayat onları da birbirlerine ve olaylara ve sınavlara çarpa çarpa, bazen ağlatıp çokça güldürerek büyüttü...

80ler... Bütün 10lu yaşlarımızı birlikte geçirerek mezun olduğumuzda henüz dünyada sosyal medya kavramının oluşmasına yıllar vardı. Birbirimizin telefon numaralarını (cep değil, ev) ezbere bildiğimiz zamanlardı. AKM'nin önünde buluşacağımız zaman, geç kalanı gelinceye kadar beklerdik.

90lar... Tekrar sınavlar ve üniversite hayatları... Değişmeler, dağılmalar, toplanmalarla geçen yıllar... Meslek edinmeler, evlenmeler, aramıza hoş gelen bebekler... 2000ler...

33 kişi başladığımız yolda yitirdiklerimiz... en çalışkanımız Ayşegül'ümüz... ve en yaramazımız, canımız Canaran... Deniz üzerinde büyülü bir düğün gecesinde, bir yandan Tuba'nın mutluluğunu izlerken, bir yandan Şehnaz'la kayıplarımıza ağlayışımız... hiç unutmam o gece söylediğin söz, sonraki yıllarda (ve hala) sık sık geldi aklıma: "ha orada ha burada... biz daima beraberiz..."

Hiç uzaklaşmamış olsak da, geçen yılların getirdiği sorgulamalarla, değişimlerle, derinleşmelerle, ufak tefek içe dönüşlerle, 30larımızda bir gün birbirimizi yeniden keşfettik... O unutamadığım sözün de, bunun başlangıcıydı... Yeni bir gözle, yeni algılarla geçmişe döndük seninle, birbirimize birbirimizi anlattık... senin yaşadıklarını ben nasıl görüyordum, benim yaşadıklarım sana neler düşündürüyordu, işin aslı neydi, acaba öyle değil de şöyle mi demek istemişti, peki bu olay bize o zaman ne anlatmıştı ve şimdi ne anlatıyordu... Marmaris, Çiftlik koyunda, denizle kumsalın birleştiği yerde suyun içinde tüm bunları kronolojik sırayla didiklerken, Durul ve Derya uzaktan bize bakıp kimbilir ne konuştuğumuzu zannediyorlardı... zeki adamlar, kız işlerine bulaşılmayacağını biliyorlardı...

2003... 2005... bebeklerimizle beraber başlayan yeni dönem, arkadaşlığımızın da bir üst seviyeye geçişi...bizim Turgutreis yılları, "ben sensiz İstanbul'a düşmanım" zamanları... İstanbul'a dönüş, çocukların okullarıyla beraber veli olmaya terfi etmeler(!?) yeni tecrübeler... Yeni hallerimizle hayatın, olayların bize sunduklarını başka gözlerle görmeler... Başımıza gelen güzellikleri alabildiğine paylaşarak çoğaltırken, üzüncü olayları da yargılamakta acele etmeden, ah vah etmeden önce "du bakalım" diyerek gözlemlemeyi birlikte öğrendiğimiz zamanlar... Birimizin hayalleri suskunlaştığında, hevesleri sessizleştiğinde diğerimizin uyandırdığı, el verdiği, omuz verdiği zamanlar... ve yazmamın mümkün olmadığı şeyler... yazamayacağımdan ya da uzun süreceğinden değil... sadece "bizim" kalsın istediğimden...

Bundan sonrasını nasıl getireceğim bilmiyorum... 

Pandemi kapıyı çaldı... Herkesle, herşeyle, dünya ile birlikte hayatlarımız bambaşka bir raya girdi... İçlerimize çekildik... Seçimlerimiz tuhaflaştı, makas ayarları elimizden çıktı sanki... Tercih noktalarında hangi raya geçeceğimizi bilemediğimiz anlar oldu, oysa tren süratle gümbür gümbür ilerliyordu... Bu sırada hepimiz teker teker sırayla 50lerimize adım atıyorduk... Herşeye rağmen beraberdik, mutluluğun anlamı hızla değişirken birbirimize tutunuyorduk. Sonra Aralık ayı geldi, hastalık, hastane haberleri arttı... Yüce Altuğ'umuzu uğurlamak durumunda kalmak yıktı bizi... Meğer "yıkıldık" dememeliymişiz... 

Basit bir operasyon demiştin... Evine yakıncacık bir klinikti... Çok iyi tanıdığın bir doktor arkadaşındı... Bir koşu gidip dönecektin... Daha ancak girmiştir, yok daha bitmemiştir, herhalde birazdan çıkar, gelince yazarım demişti, arasam mı, acaba dinleniyor mudur derken... Saatler geçti... Kahvaltı tabağını mutfağa bırakıp bornozunu banyoya asıp çıkmışsın evden... 12.02.2021 

Sevgililer gününde kahvaltın yatağına gelir artık diyorduk... Biz birbirimize sarılmış, suratlarımızdaki maskeler sırılsıklam, lapa lapa kar yağarken, uğurladık sevgilimizi... Şehnaz'ımızı...

hayat bırakmıyor ve iyi ki de öyle yapıyor... gün be gün... anın gerektirdikleriyle... öğlene acıkanlar, akşama yemek bekleyenler, ödenecek faturalar, gözümüzü kulağımızı kapatsak burnumuzdan zorla giren saçma sapan gündeme dair haberler... dünya işleri... üç beş gün geçer... herkesin ardından yazılacak carbon copy cümleler... isimleri değiştir, bastır gitsin, sonra bak işine...  

birileri birşey anlatıyor, cevap veriyorsun, bir yerlere bişeyler yazman gerekiyor... konuşman, halletmen, anlaman, planlaman gereken şeyler... dıştan görünüş bu... içerde gözü dönmüş, saçı başı dağınık, elleri, bilekleri, parmakları tırnakları kırık kir pas içinde biri... etini kemiğini dişleyen parçalayan, her önüne gelenin yakasına yapışıp sarsalayarak, kapayın çenenizi Şehnaz'ı kaybettik, yetti aptal dertlerinizi kendinize saklayın, bana ne senden sizden herkesten, Şehnaz gitti... diye bağırıyor... sonra tekrar dış görünüşüne uyum sağlamaya çalışıyor... böyle böyle içten dışa dıştan içe duvardan duvara vurarak geçiyor zaman...

mış gibi yaşamak derler hani... biraz öyle... herşey normalmiş gibi yaşamak, yaptığımız bu... tedricen değişerek, yine de ömür boyu... hep şimdi şöyle olabilirdi diyerek... hiç bitmeyecek o ihtimallerle... neden gitti, Allah onu neden bu kadar erken aldı meselesi değil, boynumuz kıldan da ince... vadesi dolmuş, kararı verilmiş, zamanı gelmiş herkes gibi... 


tamamen bencilce... arkadaşı yanında olmayan kendimi düşünerek bencilce... 

hayatımdaki bu kalibredeki tek arkadaşımdan yoksun kalma duygusuyla...    

Şehnaz'la beraber yaşlanamayacağız... herşey bir yana, çıplak gerçek bu... 


Allah bunu unutturacak acılardan muhafaza etsin... sağlıkla ve sevgiyle... herşeye rağmen herşeyle beraber...


Gördüğüm en güzel 50 sensin Şehnaz...


💙