Bu Blogda Ara

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Kumdan Kuleler...

Tatilin olmazsa olmazı herkese göre değişir ya, benim için de kumdan kule yapmaktır.
Bahsettiğim kovayla kalıp çıkarılarak yapılan kaleler değil.
Biraz suluca kumu parmaklarını birleştirip uçlarından akıtarak yapılan masal kulelerini diyorum.
Kaç yaşındayken, kimden öğrendiğini hatırlamadığın...
Sanki doğuştan bildiğin...
Deniz kenarına oturduğun anda zıplayarak gelen bir ilhamla yapmaya başladığın o prenses kuleleri...
geçmişin anılarından, geleceğin tedirginliklerinden uzakta, sadece o anı yaşadığın dakikalar...
Dalgaların sesini,güneşin dokunuşunu hiç saymıyorum artık :)
Kulenin tabanını belirlersin önce, sınırları çizer içini doldurursun.
Sonra yavaş yavaş yükselmeye başlarsın.

Bu arada suyun biter,dalga da yeterince yanına gelmez.
Bunun için de denize doğru ufak bir havuz kazarsın.
Kulenin biraz bir tarafına biraz diğer tarafına çalışarak dengeli olarak yükseltirsin,arada bir de boşlukları doldurursun.
Derken içine bir korku gelir, ya bir dalga gelip kuleni bozarsa, eyvah n'aparsın o zaman!
Derhal önüne kumdan bir set yapar, hatta bir de hendek kazarsın.
Ve gönül rahatlığıyla işine devam edersin.
Ama mücadele ettiğin dalgalar koskoca Akdeniz'e aittir ve her zaman senin duvarlarını ve hendeklerini aşacak bir dalga bulunur.
Ve aslında ne de güzeldir o dalganın seni aşması.
Kulen yıkılırken bir de bakarsın ki, temel genişlemiş,güçlenmiş.
Onun üzerinde daha güzel duruyor yeni yaptığın kuleler, üstelik bu kez 3-4 tane, daha büyük, daha sivri...

Bir handikap da kulelerin yüksekliği ile ilgilidir.

Bazen herşey çok güzel gider,kuleler çok güzel yükselir.
Ölçüyü kaçırırsın... o hırsla daha yüksek, bir milim daha, hadi bi damla daha...
Derken o esere son noktayı koyacak ve şaheser haline getirecek son damlayı koyduğun anda paldır küldür iner aşağı kulen...bakakalırsın keşkelerinle başbaşa :)
Ama nasıl olsa malzeme bol, zaman senin...


Kule yapmanın en güzel yanı arkadaş bulmaktır.
Hiç şaşmaz 12 yaşına kadar muazzam ilgi çeker :)
Bugün de kural bozulmadı ve önce küçük bir kız geldi yakınıma, sonra da aynı yaşlarda bir oğlan çocuğu.
Kız izledi biraz,kulenin yapılış sırrını anlamaya çalıştı...
Böyle basit bir hareketle böylesine büyülü bi kule nasıl oluşabiliyor,çok merak etti.
Ben de tekniği göstermedim,ama izledim, acaba gördüğünden ne anladı ve nasıl uygulayacak diye.
Sonra ilk dalga geldi ve hendekle seti geçti, kulenin bir kısmını götürdü...
Küçük kıza baktım, gözleri parlayarak gülümsedi neşeyle, hiç üzülmedi.O sırada oğlan çocuğu geldi işte.
Hemen devam ettim işe ve bu sefer 3 kuleli olarak.
Çocuk önce epey bir baktı,n'apıyo bunlar gibilerinden, sonra daldı o da kumlu suya...
Kız kuleyi yaparken o da setler kurdu...
Setin üzerine koyduğu kuma, sanki dünyanın enn önemli ve ciddi işini yapıyor gibi defalarca pat pat vurdu.
O sırada benim aldığım sulu kum onun koluna geldi ve kumlattı.
Başını kaldırıp bana baktı, sonuçta benim dikkatsizliğimden kirlenmişti.
Ama önemsemedi, doğal bir tavırla devam etti patpatlamaya,olur böyle şeyler kumda oynarken, der gibiydi.
Ben de bir sonraki dalgadan aldığım suyu koluna döktüm temizlendi :)

Çocuk sordu bana, ruski?
No, dedim.
English?
No, Turkish.
İngilizce bilmiyormuş, yaş 7-8 herhalde.
Ben bildiğim azıcık rusça kelimeden birini söyledim...
Dedim ki, К ак дела ? Kak dila?  nasılsın...
Cevap genelde haraşo olur, iyi...
En azından ben öyle öğrenmiştim :)
Ama ondan gelen cevap tam o yaşa uygundu: "super!"
Evet dedim içimden, işte budur...
Böyledir...tatildesin, denizkıyısında arkadaşınla oynuyorsun, kadının tekinden yeni kule yapma teknikleri öğrenmişsin...daha ne olacaksın...evet SUPER :)
Çocuk ayağa kalktı. Kızın yaptığı ufak  kuleye bi tekme attı, kız güldü.
Sonra benimkine baktı.
Ben o sırada epeyce bir ilerletmiştim...
Dedim, buyrun beyefendi :)
Ooff bi tekme yapıştırdı kiii !

Kendi yapmış olsaydı böyle yıkabilir miydi...
Yıkılmasından, verdiğim emeklerin yerle bir olmasından dolayı üzülecek miydim...
Düşünmedim, umurumda da değildi...
Çünkü kumdan kulelerin başına gelebilecek en güzel şey 8 yaşındaki bir çocuğun tekmesiyle buluşmaktır :)
Biraz daha oturup denize girdim, kumlarımı yıkadım.
Dönüşte de plaj kanunlarının sonuncusunu uyguladım.
5-10 dakikalığına bile olsa, tanışıp iyi zaman geçirdiğin birilerine hoşçakal demeden oradan ayrılmayacaksın...
İlkini duymadılar, daha yakına gidip söyleyince cevap verdiler gülümseyerek, bye bye :)



♥ 

let love rule...


20 Şubat 2013 Çarşamba

Cemre...

Biraz gizem, biraz merak, biraz sevinç içeren bir sözcük...
Cemre...

Sanırım çocukken ilk kez anneannemden duymuştum...
Cemre düştü havaya, sonra suya, sonra toprağa...
Her yıl bu zamanlar bir heyecan...
Cemre düştü, tamam artık kar yağsa da tutmaz :)
İlkbaharın geleceğine, ağaçların kuru dallarına can yürüyeceğine inancımız, güvenimiz tam...
Ama cemre düştü, dendi mi...başka türlü bir duygu...
güzel, sıcak bir duygu...
Bu cemre muhabbetiyle birlikte, gazetelerde de minik bir yazı görülür: "cemre nedir?"
Hepimizin aklında kalmıştır ya, cemre ateş topudur, 
ilkbaharın gelişine yakın havaya,suya ve toprağa düşüp ısınmasını sağlar.
20 Şubatta havaya düşer; sonra da 7şer gün arayla suya ve toprağa...


İlk kez geçen yıl daha bir merak ettim ve detayını öğrenmek istedim.
Kış sert geçmişti ve baharın gelişi kendini cemrelerle hissettirirken
bende de unutkanlık, dalgınlık, aklı bir karış havadalık, laylaylomluk şeklinde tezahür etmişti...
aah bu 2012 :)))

Evet arkadaşlar, bu havayı,suyu ve toprağı, düşerek ısıtan 
ateş topunun sorumlusunu açıklıyorum :
İsmi İmre, yani Cemre Cini !!!

Türk ve Altay halk kültüründe, mitolojisinde ilkbaharda görünüp titrek ışıklar saçarak göğe yükseldiği söyleniyor.
Sonra buzların üzerine düşerek onları eritiyor,
oradan da yere giriyor.
Bundan sonra ısınmış topraktan buhar yükseliyor.

Cemre Cini, İmre...Emire ya da Emre şeklinde de geçiyor...

Em / İm ateş ve aşk anlamlarını taşır. Ayrıca damga, hafıza gibi anlam içeriklerine de sahiptir.
İm Moğolca ve Türkçede işaret, belirti demektir.

Amra / Emre / İmre bu kökten türeyerek aşık anlamına gelir.

Amramak / Emremek / İmremek, aşık olmak'tır.

Ünlü tasavvuf ozanı Yunus Emre ve şeyhi Tapduk Emre'nin adları da bu konuda ilgi çekici bir özellik taşır.
Tasavvuftaki kor ve ateş kavramlarının mecazi anlamları vardır.
Temizlenmeyi ve yeniden doğuşu temsil eden ateş, aşk kavramının yakıcılığıyla da yakından ilgilidir.


Alman İranolojist ve İslam ve Tasavvuf araştırmacısı Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları adlı eserinde şöyle diyor:
“Aşk, insan gönlünde yanan bir ateştir; gönül ise o ateşin ocağıdır. 
Aşk ateşi, maddi unsurları yakmak suretiyle ocağı temizler, 
yani tasavvuf yolcusunu hakikatten alıkoyan aşağı, bayağı arzuları yakar, mahveder. 
O zaman insanda yeni bir doğumla, yeni bir hayat başlar. 
Zaten gönlünde aşk ateşi olmayan kişi bir ölüye benzer. 
Bir ocağın içinde ateş yanarsa işe yaradığı gibi bir gönülde de aşk varsa işe yarar. 
Hakk’ın değer verdiği bir gönül olur.”



Emire baharın gelişini temsil eder. Bulgarlarda Zemire olarak yer alır. Anadolu Türkçesindeki, Arapçadan gelme Cemre sözcüğünün aslında bu adın benzetme yoluyla değişmiş hali olduğu söylenir.
Zemre ise Kumuk Türkçesinde nem, buhar gibi anlamlara gelir.
Emir de sis, duman, bulut anlamlarını taşır.

Cemreye ateş ve kor bağlamında baktığımızda, havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılan soyut ateş parçası tanımını sıkça görüyoruz.
Böylece bu unsurlar bahara hazır hale gelirler.


İlginç bir bilgi olarak Köroğlu adının Koroğlu veya Goroğlu olarak söylendiği bazı şivelerde,
ismin Kor kökünden kaynaklanması ve kahramanın gökten ışık şeklinde (veya gün ışığında) düşmesi önemlidir.

Bir başka rivayette Koroğlu’nun annesi gökten düşen bir ışıktan hamile kalır. 
Bir başka rivayette ise diri diri gömüldüğü mezarda doğum yapan bir kadının oğludur. 

♥ 

Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Halk Bilimi Bölümü Sözlü Anlatımlar Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. M.Öcal Oğuz, 
bir makalesinde cemre olayını şöyle anlatıyor:

''Dünyada bütün halk takvimleri ortaya çıktıkları coğrafyaların ve kültürün izlerini taşır ve hepsi de döngüseldir. Aslı Arapça ve köz veya ateş anlamına gelen cemrenin İslamiyet öncesi Türk kültüründe imre şeklinde var olduğu mitoloji araştırmacıları tarafından söylenmektedir. Altay türkülerinde imre ya da imere denilen ruhun bu tarihlerde sırayla havaya, suya ve toprağa elindeki ateşi saçtığı söylenmektedir. Cemrelerden bir hafta sonra Nevruz geldiği ve Nevruz öncesinde od (ateş), su, yel ve toprak ile ilgili dört çarşambanın Azeri kültüründeki varlığı dikkate alınırsa, cemreler arasındaki ilişki bu bilgiyle pekiştirilebilir."


♥ 


Bir cemre dedik, nerelere geldik...
Herşeyin birbirine ve Bir'e bağlanmasını seviyorum...
Dünya üzerindeki yolculuğumuzu güzelleştiren
detayları seviyorum.
Çok duyduğum şeylerin beni
hiç duymadığım bilgilere taşımasını seviyorum.

Cemre hoşgeldin... 
Havayı ısıt... suyu ve toprağı unutma...


Bir de kalplerimizi ısıtacak şarkı dinleyelim o zaman...
Konuyla bağlantısı şarkıyı söyleyen kişinin isminden geliyor...Amr Diab...
Kendisi Mısırlı... ayrıca Orta Doğunun en sevilen, albümleri en çok satan şarkıcılarından biri...

Şarkının ismi Tamally Maak... daima seninle...





♥ 

let love rule...



ÖNEMLİ NOT: Bu yazıyı Deniz Karakurt'un Türk Söylence Sözlüğü kitabındaki bilgiler ile hazırladım.
Açıklamalı Ansiklopedik Mitoloji Sözlüğü'nü e-kitap olarak şu adresten bulabilirsiniz.

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/0/00/TurkSoylenceSozlugu.pdf



14 Şubat 2013 Perşembe

Lacivert...

Sevgililer Günü diyorlar...
her yer, herşey kırmızı mı şimdi?
aşkın rengi kırmızı mı?
güller kırmızı mı?
ya kadife kutular, fiyonklar...
içinde her ne varsa, hatta n'olur ki boş olsa...
hiç olsa...


sevgiyle üflenmiş bir nefes vardır belki kimbilir...
görmezsin, hissedersin...
hiçlik, ama tatlı bir hiçlik...
öyle hiç ki, aklın durur, zihnin tutulur...
aklının alamayacağı kadar derindir, girifttir...
sol anahtarıyla başlar...
hiçlik portesinin sonsuz boşluğunda notalarla izini bulur...
gözleri sımsıkı kapalı...
hiç deyip gülmek kolay gelir...
olan aklını da kaçırmamak için...
anlamaya çalışma...boşuna...
yok saymakla yok olmuyor işte...
♥ 

her yer kırmızı...ama ben lacivert severim...

!!!

aşk deyince, aklıma lacivert gelir...
gece göğüdür...denizin taa dibidir...
buzdağının eriyememiş yeridir...bakışın en derinidir...

♥ 


♥ 

yıldız taşından kolyedir...
Inanna'nın sevgilisi Temmuz (Dumuzi) için özenle hazırlanırken 
boynuna, kulaklarına taktığı lapis lazulidir...


♥ 
ve notaların en güzelidir...


♥ 

Yasemin kokulu kitapta aşkı şöyle anlatıyor Sitare...

......Evin hemen kapı girişinde bir yasemin bitmiş,cılız dalının üstünde üç dal da çiçek vermişti.
Beyaz, berrak üç yasemin çiçeği. Onun kokusunu hissettiğimiz bir sırada eşiğe oturduk.
Bana, "Yunus!" dedi, parmağını kalbimin üstünde gezdirerek,
"burası kalbinin en değerli yeridir. Burada siyah bir nokta vardır.
Canın canı, sevenin cananı buradadır.
O nokta, yoğun bir damla kandan ibarettir.
Adına 'süveyda' yahut 'sevda' derler.
Siyaha çalan rengi yüzündendir bu isim.
Çünkü sevda, kara talih içinde, o kara kan damlasında büyür.
Bütün tecelli denizleri, bütün aşk fırtınaları, işte o bir damla kanda dalgalanıp çırpınır.
Aşırı sevgi bu damlayı tahrip edip dağıtırsa, parçaları bütün vücuda dağılır.
Aşk, işte bu dağılmanın adıdır ve o dağılırsa aşık artık ne yaptığını bilmez olur.".....


♥ 

Sevgiler Günü...
Sevgililer Günü...
kalbin sevgi duyma yeteneğini,
sevgiye kanma saflığını kutsama günü...
kutlu olsun...


♥ 

bir de şarkı...
hayatı müzikle örenlere...
kendini müzikle ifade edenlere...
içinde sevdiğim bir sürü şey olan lacivert videosu ile...
kartal...
bir şehri onun gözünden görmek...
serbest düşüş...
balık...deniz...kıyı...
ve arslan...
 kalbimin durduğu ana kadar... :) ♥ 


A-ha...hunting high and low...
do you know what it means to love you...




♥ 

let love rule...




Yasemin kokulu kitap= İskender Pala...Od...
!!! bu muhteşem lacivert fotoğraf için arkadaşım Evren Songun'a teşekkürlerimle...










7 Şubat 2013 Perşembe

Engeller...

Yaşadığım yerde sabahları yürüyüş yaptığım parkı su yolları çevreliyor.
İçine salkımsöğütlerin eğildiği güzel bir yol.
Bakım için yakın zamanda suyu boşalttılar. Hatta bazı noktalarda içteki metal ızgaraları da çıkarmışlar...
Bahara hazırlık, temizlik, güzel bir şey...
Çalışmalar sürüyor, henüz bitmedi.
Bu yerinden çıkarılan ızgaralardan bir tanesi tam yürüdüğüm yolun üstüne konmuş. Geçen hafta pazartesi gününden beri orada duruyor. Aradan geçen 1 hafta içinde bir çalışma yapıldığını görmedim.
Üstüne basmak istemiyorum, çünkü tam ortasına basılmazsa tangırdıyor :)
Sabahın 6:30'unda duymak istenecek türden bir ses değil. Zaten tek yürüyen benim ve evlerin ışıkları da sönük, pek o saatte uyanan yok. Milleti o sesle uyandırmak istemem.
Sağında su yolu, solunda da aşağı eğimli çimenlik...
Hayır ben iki taraftan da geçmek istemiyorum.
Daha aşağıdan geçen bir başka yol daha var. Ama ben bu yolu seviyorum, daha uzun bir hat, üzerinde inişler çıkışlar var, daha hareketli.
Neticede küçük bir şey, ama can sıkıcı...
Hayır efendim, ben çekmem kenara, kim yaptıysa o düzeltsin... acaba yönetimi mi aramak lazım falan :)
Fakat yürüyüş bitip parktan ayrılınca ertesi sabaha kadar aklıma gelmiyor... sonra sabah yine aynı muhabbet.
Aradan geçmiş 1 hafta, bu sabah yine aynı yerde görünce, dedim, aaaa yeter ama...
Tuttum sola doğru kaydırdım.
Izgaranın kenara çekilmiş halinin resmidir :)
Evet tahminimden ağırdı, ilk hamlede kalkmadı yerinden. Hatta önce bir, sonra diğer ucundan azar azar kaydırarak yolu geçebileceğim kadar açtım. Çimenlik aşağı eğimli olduğundan üstüne oturmadı, zarar göreceği bir durum yok yani.
Sonra yoluma devam ederken, dedim bu kadar işte, önündeki engelden kurtuldun.
Engelin kalkması sadece oradan geçişimi değil tüm yürüyüş yolumu rahatlattı sanki. Çünkü o noktaya gelene kadar nasıl geçeceğim, farkında olmadan yol boyu aklımın bir köşesinde duruyormuş. Küçük bir şey, ama nasıl bir rahatlama...
Ve 1 hafta bu kadar basit bir şeyden kurtulmayı beklemek için ne uzun bir süre.
Yaşamda duygusal ve zihinsel özgürlük hayalleri kurarken, engelleri görebiliyor muyuz...
Bunları bilerek ya da bilmeyerek, ister kendimiz koymuş olalım, ister başkaları, ister hayat koymuş olsun...
Bazen gözümüze batacak kadar bariz, bazen sorgulamadan uysallıkla boyun eğeceğimiz kadar sessiz ve sinsice...
Akmak ve bir olmak doğamızken, birleşme yoluna ne çok engeller koymuşuz.
İncecik sırça engeller...yolu görüyorsun, ona yöneliyorsun, ama engeli aşamıyorsun, koşu bantı gibi olanca hızınla yerinde koşuyorsun...çünkü onun engel olduğunu fark etmiyorsun.
Bununla beraber nedenini de anlayamıyorsun, acı çekiyorsun.
Ya da bazen fark ediyorsun da, birisi kaldırsın diye bekliyorsun...

Kimse artık o 'birisi'...site yönetimi mi :)))))

Engelleri nasıl kaldıracağımız konusunda bilgiçlik taslayamayacağım, kişiye göre değişir durumlar.
Biri için engel niteliğindeki birşey bir başkası için mevzu bile olmayabilir.


Ama sanırım en önemli ortak payda, öncelikle başımıza gelenler için bahane aramaya bir ara vermek.
O bahaneler ki, engelleri perdeliyor...
Farketmemizin önüne geçiyor...
Halbuki bazen sadece yerdeki taşı (ya da metal ızgarayı) kaldırıp kenara koymak kadar kolay olabiliyor engeli aşmak.
Ama işte önce onun 'engel' olduğunun farkına varmak gerekiyor.
Bu şekilde üzerine projektör tutulunca çözülme yolunda adımlar da peşpeşe gelmeye başlıyor. Adeta yol önümüzde açılıyor.
Bu yola bir adım atmak, istekli olmak bütün mesele...

Yolun her aşamasında en güvenilir rehber şüphesiz "sevgi" olacaktır...
Çözümlerin, önerilerin, fikirlerin, sevgi ve dürüstlük ekseninde olması...

Bunun için blogda yazmaya başladığım ilk zamanlardan bu yana finali hep "let love rule" diyerek yaptım...

"Let love rule" Lenny Kravitz'in 19 Eylül 1989 çıkışlı aynı isimli ilk albümünün 2.parçası.
Bu motto yıllar içinde çıkardığı toplam 9 albüm boyunca hep onunla birlikteydi...

Ben hem Lenny Kravitz'i hem de bu parçayı bu kadar severken blogda yer vermek için neden bu kadar beklediğimi de bilemiyorum.
Zamanı şimdiymiş demek ki...


O zaman hem '89daki orijinal videosunu hem de 22 yıl sonra 2011'deki canlı kaydını izleyelim...




♥ 





♥ 

Let love rule...



22 Ocak 2013 Salı

Yeşim...


2012 ilkbaharının çok tatlı bir gününde Mira'da yogadaydık.
Sonrasında Hatice Hocamızın yaptığı yoga çayını içmiş,
yine harika sohbetler etmiş, dağılmak üzereydik...
Yeşim birden dedi ki: "Aaa bakın size ne göstereceğim!"
Ve telefonunda biraz aradıktan sonra bulduğu videoyu bizlerle paylaştı.
Telefonunu yere koymuştu...
Bizler videonun güzelliği karşısında büyülenmiş,
ilkbaharın mis gibi çiçeklerinin etrafındaki bal arıları gibi telefonun tepesine toplanmıştık...
Yeşim, o çok beğendiği şarkının ve videonun bizi de böylesine etkilemiş olmasından büyük keyif almıştı...
Paul McCartney'nin 2012 albümü Kisses on the Bottom'dan MyValentine...

Yaklaşık aynı zamanlarda çok sıcak bir gün...
Yine yoga sonrası...
Bu defa yer Suadiye sahil...
Birlikte kaç kez gittiğimizi saymadığım kumsaldaki cafedeyiz...
O gün kızlarının küçüğü Alara da var...
Konu yine müzikten açılmış.
Ben Lana Del Rey'in Video Games parçasının mixinden bahsediyorum...
ve Axl Rose'dan...
ve temmuzda gideceğim konserinden...
Yine telefonda buluyor şarkıyı,hemen dinletmeye başlıyor...

Nedense aklıma önce bunlar geldi yazmaya kalktığımda.
İlk tanışmamızsa şöyleydi...
Yogaya haftada iki gün gelmeye yeni başlamıştım.
O gün başlama saatine doğru grup yavaş yavaş Mira'da toplanıyordu ki o geldi...
Güçlü enerjisiyle...
Ve başına gelenleri anlatmaya başladı.
Galatasaray'ın Ali Sami Yen Stadyumu 'ndaki son maçına gitmişler kızlarıyla...
Çevresinde olanları, kendi izlenimlerini ve kızlarının ayrı ayrı tepkilerinden neler hissettiğini anlattı...
Nasıl bir gözlem,analiz ve sentez...

İçimden dedim, Yeşim kimsin sen...



İlerleyen zamanlarda birbirimizle zaman geçirdikçe ortaya çıkan, yetişme çağımızda aldığımız Alman terbiyesinin hayatımızdaki etkileri...
O yaşça benden biraz daha büyük...
Ve kızları da oğlumdan, ki bu tecrübeyi katmerliyor...
Bulunduğum yoldan daha önce geçmiş...
Benim hiiç farkında olmayarak yaptığım şeylerdeki bu "Alman etkisini" öyle güzel yakalıyor ve saptamasını yapıyor ki...
Bir süre sonra, kendiliğimden onca canım arkadaşım içinde direkt ona sorar oluyorum,
yaa Yeşim,baksana Allahaşkına,bu benim almanlığımdan mı yine, diye...
Ne çok gülüyoruz buna beraber ve o ne güzel özetliyor durumları...

Şimdi neden anlatıyorum bunları...
2010 sonbaharından bu yana, yazlar ve bazı zorunlu ayrılıklar dışında, haftada iki gün gördüğüm...
yoga sonrası çook sohbet ettiğim...
birbirimizin detaylarını bilmeden nokta vuruşu tespitler yapan...
ve daha bir sürü şeyini yazmak isteyip de şu an elimin varmadığı bu tatlı varlığı,
bu sabah bilmediğim bir saatte sonsuzluğa uğurluyormuşuz, haberimiz yokmuş...

Sabah 10'a doğru grubumuzun aşk şairi arkadaşım Hatice Kara aradı ve haber verdi...
Ekim ayından bu yana, aynı yerde evleri yan yana...
Onun Yeşim'e yakın oturması ne kadar da iyi olmuştu...

Buraya kadar geldim de, şimdi nasıl bağlayacağım, düşünüyorum...

Mira'da her salı toplandığımız saatte buluştuk yine...
Hepimiz bir gariban, gözler sulu...
Kimsenin yogaya konsantre olası yok gibi...
Ama ama orası bizim Yeşim'imizle buluşma yerimiz...
Birlikte en çok yaptığımız şey yoga...
Hatice Hoca'nın yumuşak sesiyle yaptığımız her asanada sanki onunla...

Yeşim...
Fotoğrafları hep sen çekmek istedin, ama ben hep ve en çok seninle olduğumuz kareleri sevdim...
Dalaman havaalanında burnumuza gelen misss gibi yasemin kokusunun aslında portakal çiçeği olduğunu, ikisinin birbirine ne çok benzediğini senden öğrendim...
İlkbaharlarda sana kahvaltıya gelmek ne büyük keyifti...
Bahçende çimenlerin üzerinde yoga yapmak, alabildiğine şımarmak...
Sofrayı birlikte toplamak ve mutfakta kahve yapmak...
Son seferinde moralim yerlerde sürünürken, beni kapıda gördüğün anda, "anladım ben seni, ne kadar çok yüklenmişsin kendine" diyerek beni içeri alman,
ve tek kelime etmeden, neden sebep olduğunu bile bilmediğin yaralarımı üfleyerek sarman günboyu...
Türlü çeşit bir sürü konuyu, kendine has tonlamaların ve jestlerinle anlatmanı dinlemek ve bir yandan da izlemek ne güzeldi...


En son Hatice'deki buluşmamızda yaptığı pofuduk kocaman pastayı senin doğumgünü pastan olarak kesmemiz...

Hani aslında yazındı senin doğumgünün ve Hatice Hoca ile buluşmuştunuz siz
ve ben de ne çok gıpta etmiştim...
Ne güzel bir gün olmuştu...





Yunusları takabildin mi hiç bilmiyorum...
Yunuslar hep yanında olsun canım, sana eşlik etsinler...
Yolun açık olsun Yeşimim...



♥ 

Let love rule...








Yeşim Arıkan