Bu Blogda Ara

26 Aralık 2020 Cumartesi

KIŞ GÜNDÖNÜMÜ ve GÜNEŞ'İN ZAFERİ...


Şöyle bir cümleye rastladım bu hafta başında: "19. yüzyılın sonlarına doğru, konusunu dünyadaki mevcut ilkel toplumlardan seçen sosyal antropolojinin ana kaygısı, insan toplumunun evrimini izleyebilmekti; dolayısıyla metodolojisi, tarihin ve o yıllarda gelişen diğer sosyal ilimlerin metodolojisine paralel bir yolda olup, insan toplumlarının basit formlardan daha çapraşık ve kompleks modern toplumlara doğru nasıl geliştiğini izlemeğe yönelmişti."

Yok yok konumuz antropoloji değil, eski insanları ilkel olarak tanımlanmasına takıldım ben. 19.yüzyıl yaşam kriterlerine göre evlerde yaşayıp, kıyafetler kuşanıp şehirlerde olmadıkları için mi ilkel oluyorlardı, bu ayrı bir tartışmanın konusu, ancak bana göre onlar bir çok şeyi "ilk - el" haliyle yaşıyorlardı. 

En önemli meselesi, hayatta kalmak, barınmak ve üremek olan ilk-el insan, doğayı, güneşi ve ayı, gündüzü ve geceyi, yazı, kışı ve zamanı, "sözüm ona modern" insan gibi algılamıyordu. Kış ortasında güneşli ılık bir gününü "güzel hava" olarak nitelemiyordu. 

Bizim için zaman doğrusal olarak akıp, sıralılık anlamında yıllar sayılırken, öncesi ve sonrası olarak değerlendirilirken, ilk-el insan için zaman döngüseldi... Gece ve gündüz birbirini döne döne takip ederdi... Güneş ve ay da öyle; biri gelirken diğeri giderdi... Gece karanlık ve bilinmezliklerle doluydu... Diyeceksiniz ki, e tabii ki, şimdi de öyle değil mi? Ancak bizim için e normaall olan sabahın olması, güneşin doğması onlar için mucizevîydi; ya bir sabah doğmayacağı tutsa, ne yaparlardı ?! böyle bir güvence var mıydı?! 

Ve tabi mevsimler; buz gibi günlerin ılıklaştığı, donmuş toprakların yeşermeye başladığı günlerin gelmesi tutkuyla beklenmez miydi hiç ve coşkuyla bayram edilmez miydi...

Van'da aynı noktadan farklı mevsimlerden çekilen fotoğraf kareleri
(📷:Özkan Bilgin/AA)

Yaşam bu bağlamda doğanın ritmine göre düzenlenmişti ve mevsimlerle uyumlu olmak, en önemli meselesi hayatta kalmak olan ilk-el insan için yaşamsal değerdeydi. Onlara ilkel, kendimize modern derken, sabahları işe koşturma telaşı arasında bir an için doğan güneşle gözgöze geldiğimizde, gece dolunaya hipnotize olmuş gibi bakakaldığımızda, şehirlerde doğadan kopuk yaşamaya çalışırken, baharda ağaçlar çiçek açınca sebepsiz bir neşeyle dolduğumuzda, genlerimizde kodlanmış bu ilk-el bilginin aktive olduğunun farkına varmıyoruz bile belki... ama öyle...

Şimdiki gibi ilkbahar, yaz, sonbahar, kış mevsimlerinin okulda öğretilen ayları yerine, tarım takvimi ile yaşanan düzende mevsimlerin başlangıç ve bitişleri farklı tarihlerdeydi. Mevsim dönüşleri çok önemliydi... Bununla birlikte, Dünya'nın dişil ve eril yönlerinin tanrıça ve tanrı olarak ifade bulduğu zamanlardı. Ay'ın ve Güneş'in döngüleri bu bağlamda yaşanır ve kutlanırdı. 

21 Aralık'ta kış gün dönümünde, en uzun gecenin yaşanmasının ardından, karanlığı yenerek 24 Aralık'ta doğan tanrı, 21 Mart'ta gün ve gecenin bir olduğu ilkbahar ekinoksunda, erginlenip gücünün doruğuna çıkar ve ana tanrıça Toprak ile arasında o kutsal birleşme yaşanırdı... bu birleşmenin getirdiği bolluk ve bereket ile ekinler yeşerir, koyunlar kuzulamaya başlardı... 

Doğup erginleşmesinin ardından, 21 Haziran'da yaz gündönümünde "ölen" tanrı ile beraber ekinler sararırdı, hasat başlardı... 21 Eylül'deki sonbahar ekinoksu ile beraber doğa da yavaş yavaş kapanır, insanlar kışa hazırlanadururdu. Bu arada günler kısaldıkça kısalır, karanlık çöktükçe çöker, ışık azaldıkça azalırdı... döngü yavaş yavaş başa doğru ilerlerdi... 

Ve 'karanlığın en koyu an'ı, tan yerinden hemen öncesidir' sözündeki gibi, gecenin en uzun olduğu zamanın hemen ardından... yine 21 Aralık... yine kış gün dönümü ve ertesinde karanlığı yenen Güneş'in doğumu...

Van'da aynı noktadan farklı mevsimlerden çekilen fotoğraf kareleri
(📷:Özkan Bilgin/AA)
Kuzey yarımkürenin eski toplumlarında, Güneş'in döngüsüne göre doğan ve ölen, özellikle de ana tanrıça ile birleşme bağlamında tarım ve bereketle yakından ilişkili olan tanrı anlatımına bölgesel, coğrafi ve iklimsel değişkenliklere göre küçük farklılıklarla olsa da, sık sık rastlanıyor. Sümer'de tanrıça İnanna'nın kocası Dumuzi olarak, Anadolu'da Kybele ve Attis olarak görürüz. Akadlar’da Tammuz, Mısır’da Osiris, Babil’de Baal, Fenikeliler’de Adonis, Hititler’de Kumarbi. Bütün bu tanrılar güneşin döngüsüyle birlikte ölüp yeniden doğarak, hem mevsimsel döngüyü hem de bitki ve hayvan âleminin devinimini taklit eder. Böylece ölüp yeniden dirilme olgusu da bereket kült törenlerinin ana teması olur. Bu tören ve bayramların hepsinin günlerin gittikçe kısaldığı Aralık ayına denk gelmesi, güneş tanrısının ışığının dünyayı tamamen terk edeceğinden korkulmasının sonucu olarak ortaya çıkar. Binyıllar boyunca  toplumlar ve şartlar değişirken, içinde bulunulan dönemle beraber isimleri, detayları değişen bu kültler, Hristiyanlığın ilk zamanlarında da halk arasında kutlanmaya devam etmiş ve zamanla 24 Aralık Hz.İsa'nın doğumgünü olarak kabul edilmiş. 

Öylesine yaşayıp geçtiğimiz günler içinde... 

Bu canımızın çekirdeğindeki ilk-el bilginin aktive olduğu, 

bizleri bereket dilekleriyle kapılarımızın eşiğinde nar kırmaya götüren, 

dünya yaşamının özel anları, özel anlamları olan zamanları... 

Hazır buradayken, Dünya Ana'nın kucağındayken... 

hakkını vererek... 

Zembereği boşalmışçasına çılgınca akan şehir hayatında, 

bir an kenara çekilip doğanın parçası olduğunu hissederek... 

Ve aydınlığın her zaman karanlığa galebe çaldığını bilerek...

Norveçli fotoğrafçı Eirik Solheim'ın penceresinden gördüğü manzaranın 365 günlük kaydı

💜


let love rule...


P.S. Pandemi sürecinde 5 Nisan 2020 pazar gününden bu yana, 37 haftadır aksatmadan, Youtube'da canlı yayında mitoloji dersleri veren sevgili Erhan Altunay'a teşekkürlerimle... 

Yayınların kayıtları kendisinin Youtube hesabında tarih sırasına göre  bulunmaktadır... bu yazının konusu olan bilgilerle birlikte, daha pek çok ilginç konuyu mitoloji derslerinden dinleyebilirsiniz.




16 Aralık 2020 Çarşamba

KEK (ama sadece kek değil😉)


Yazının başlığı sadece ve kısaca kek... Ama o üç harfin arasında neler neler olduğunu nasıl anlatsam... Hayatımın her dönemini nasıl farklı farklı detaylarla yaşadıysam, bu kek de yıllar içinde farklı farklı malzemeler eklenerek yeni yüzleriyle yeni lezzetleriyle ikram edildi... 

Bu tarifi ilk öğrendiğimde 17-18 yaşlarımdaydım. '80lerin Kumburgaz'ındaki yaz günlerinde bazen peşpeşe iki çeşidini fırına atardım... Keksever arkadaşlarım bahçede o miss kokunun gelmesini beklerlerdi. Normal şartlarda çıktığında biraz dinlendirip ılınmasını beklemek gerekirken, israrlara dayanamayarak sıcak sıcak dilimleyip götürürdüm aşağı. Sanırım bir daha hiç, o kadar sıcak keki üfleye üfleye ama yine de hızla midesine indiren arkadaşlarım olmadı😄 İyi ki bol bol yapmışım...

Sonrasında akşamüstü çaylarında, annanemin balkonunda, iş hayatında, doğumgünlerinde, herkesin birşeyler yapıp getirdiği küçük kutlamalarda yapılan bir tarif oldu bu.

Ve şimdi de YKSye hazırlanan öğrenci ve gelen öğretmenlere... 📐📓📚💯

💝

MALZEMELER :

* 3 yumurta

* 1 su bardağı şeker (standart 200 ml su bardağı)

* 1 su bardağı süt

* 1 su bardağı sıvıyağ

* 1 yemek kaşığı yoğurt

* 3 bardak un

* 1 paket vanilya

* 1 paket kabartma tozu


Fırınımızı 180 derecede ısınmaya bırakıyoruz.

Önce şeker ve yumurtaları, şeker eriyene kadar çırpıyoruz. 

Sonra un hariç diğer malzemeleri teker teker ekleyerek çırpmaya devam ediyoruz. 

Son olarak elenmiş unu, vanilyayı ve kabartma tozunu yavaş yavaş ekleyerek kekimizin harcını tamamlıyoruz ve kek kalıbımıza alıyoruz. Kalıbımızın çeşidine göre yağlama veya yağlamama durumu olabilir.

Hazır ısınmış fırınımıza koyup, kapağını açmadan 45 dakika pişiriyoruz.

Bu sürenin sonunda kekimize kuru bir bıçak batırıyoruz, çıkardığımızda bıçak kuru ise kek pişmiş demektir. Yok eğer biraz ıslaksa, yani üzerine kek harcı bulaşmışsa bir 5 dakika kadar daha fırında tutup tekrar bakıyoruz.

Fırından çıkardıktan sonra biraz dinlendirip ılınmasını bekliyoruz ve kalıptan çıkarıyoruz.

💝

Bu temel tarifi kullanarak istediğimiz ekstra malzemelerle farklı kekler yapabiliriz :

Kek harcının içine en son.......⇒

* 1 limon ve/veya 1 portakal kabuğu rendeleyerek 🍋🍊

* biraz kırık fındık ve kuru üzüm koyarak (kuru üzümleri kekin dibine çökmemesi için hafifçe unluyoruz) 🍇

* damla çikolata serperek🍫

* 2 çay kaşığı toz zencefil ve 2 çay kaşığı tarçın karıştırarak 

* 3 orta boy havuç rendesi, bolca kırık ceviz ve 1 yemek kaşığı tarçın karıştırarak🥕

* kek harcının yarısını kalıba döktükten sonra, kalan yarısını yarım çay bardağı kakao ile karıştırıp üstüne dökerek... 

herbiri birbirinden farklı lezzetler elde edebiliriz. Kakaolu kısmı sadenin üzerine döktükten sonra çatalla hafif hafif aralara batarak içlere geçmesini sağlarsak, kestiğimizde içi şekilli dilimlerimiz olur.

💝

İlerleyen yaşlarla beraber hayatta bazı şeylerin nasıl sırasını beklediğini gördükçe...  istediğimiz bir şeylerin olması için, bazen önce başka şeylerin olması gerektiğini anladıkça...  herşeyin bizler için nasıl hazırlandığını ve kaderin ağlarını nasıl örüp, zamanın nasıl denk getirerek karşımıza çıkardığına defalarca ve defalarca şahit oldukça... ve farklı bir gözle bakınca... 

gördüm ki, evet önce şekerin yumurta ile eriyene kadar çırpılması, unun elenerek konulduğunda kekin daha iyi kabarması, fırında uygun derecede yeterince durunca o lezzeti ve mis kokuyu kazanması önemliymiş... tıpkı hayatın da bizi şimdiki halimize getirene kadar çırptığı, elediği, yoğurduğu, pişirdiği gibi...

Ellerimizin lezzeti, sofralarımızın bereketi bol olsun...
Sevgiyle pişirelim, sağlıkla yiyelim...

💝

Bir tarifimizin daha sonuna gelirken, Sezen Cumhur Önal'vâri bir kapanış yapmak isterdim, ama söyleyişimin onun gibi olması mümkün değil tabi...  Bu keki ilk yapmaya başladığım gençlik yıllarımdan bir şarkı geldi aklıma... Belki malzemeleri karıştırırken dinlemek hoşunuza gider... O yaz...


💜


let love rule...



11 Aralık 2020 Cuma

PAZILI BÖREK



Yazının başlığını ve üstteki fotoğrafı gördükten sonra, bırakın şimdi böreği, gelin ben size seramik atölyesinden bahsedeyim desem, "ne alakası var biz börek yemeye geldik" deyip sayfayı kapatır mısınız😏 
Yoksa bir dakikalığına sizi oraya götürmemi ister misiniz... 😊
Son 3 senedir yaz ayları dahil, aralıksız her hafta gittiğim, Koşuyolu'nda "cennetimiz" dediğimiz bir yer Atölye Seramik...
İlhamlarımızı çamurla yoğururken, hayallerimizi ellerimizle şekillendirirken, bir yandan da birbirimizin kalplerine kulak verdiğimiz, paylaşarak sevinçlerimizi çoğaltırken, irili ufaklı kederlerimizi azalttığımız bambaşka bir dünya...


Şimdi pandemi dönemi, YKS hazırlık senesi ile birleşince, evdeki delikanlı online eğitim ile testler arasında uğraşıp dururken, benim de atölye günlerime dönmem biraz zaman alacak.
İnsanın yalnız olması ile yalnızlık hissetmesi arasında ince bir fark var... Kendinle yalnız olmaktan sıkıntı duymamak güzel... Yine de yıllardır alışık olduğun ortamlardan, sohbetlerden uzak kalmak, zaman zaman yalnızlık hissettiriyor.
Efendim işte tam da bu günlerde aklıma geldi, atölyeden arkadaşım Emel'in şahane Pazılı Böreği... Hani bir koku, bir lezzet insanı alır böyle bir götürür, o tadı ilk aldığı yerlere taşır ya... Bu börek de beni, o güle oynaya çalıştığımız, öğlen mola verip tahta masamızda yemeğimizi paylaştığımız zamana götürdü. 
Bu günler geçer... Sınavlar biter... Dünyamız şifa bulur... Ve biz yine bir araya geliriz... O zamana kadar böreğimizi evde yapmaya ve öğretmene, öğrenciye ikram etmeye devam 😄

MALZEMELER:

* 3 yufka

* 1 bağ pazı

* 1 demet taze soğan

* yarım demet maydonoz

* kalınca bir dilim beyaz peynir

* 1 çay kaşığı tuz

* pul biber

* karabiber

* sıvı yağ

* çörek otu

Pazı yapraklarını yıkıyoruz. İki parmak kalınlığında doğruyoruz. Taze soğan ve maydonozları da doğruyoruz, çok ince ince olmasına gerek yok.

Tuz, pul biber ve kara biberi ekleyip hepsini karıştırıyoruz ve bir güzel ovuyoruz. Ben bu işlemi fırın tepsisinde yapıyorum. Geniş alanda hem ovması hem karıştırması rahat oluyor.

Sonra bu yeşil malzemenin içine beyaz peynirleri ufalıyoruz ve üzerine az biraz sıvı yağ gezdiriyoruz.

Malzemeleri ALTI eşit parçaya ayırarak hazır ediyoruz.

Fırınımızı 180 dereceye ayarlayarak ısınmaya bırakıyoruz.

Diğer taraftan bir yufkayı mutfak tezgahına yayıyoruz. Tamamını sıvı yağ ile yağlıyoruz. Şu ufak fırçalar çok işe yarıyor. Yufkayı üstten ve alttan dört parmak kadar ortaya doğru katlıyoruz. Her iki tarafa da hazırladığımız yeşil malzemeden boydan boya koyuyoruz.



Yufkanın en geniş olduğu yerde, yani çap çizgisinde iki uçta boşluk kalıyor. İlk yaptığımda buna dikkat etmeyince uç kısımlar boş kaldı, fotoğrafta göreceksiniz. Sonraki seferlerde o kısmı da çok az içe doğru katladım. 

İki uçtan rulo yapmaya başlıyoruz ve bu iki ruloyu ortada buluşturuyoruz. Böylece tezgahımızda birbirine ortadan bağlı halde bir çift rulomuz oluyor. Bunun üzerine ve iki yandan yavaşça kaldırarak altına yine sıvı yağ sürüyoruz. U şekline getirerek fırın tepsimize alıyoruz. 

Diğer iki yufkamızı da aynı şekilde hazırlıyoruz. Üzerlerine çörekotu serpiyoruz.


Bir bağ pazı, 3 yufkaya tam geliyor... Ne dolu dolu malzeme ile sıkışık, ne de yufkada boşluk kalacak şekilde gevşek... Tam karar...

Eğer fırın tepsiniz büyükse 3 yufka sığıyor. Ama o gün iki yufka börek size yeterli gelecekse, o zaman kalan 1 adet böreği streçe sarıp derin dondurucuya kaldırabilirsiniz. (Daha sonra pişirmek istediğinizde dondurucudan çıkarıp hiç bekletmeden sıcak fırına...)

Isınmış fırında 30-35 dakikada üzeri kızarmış pazılı böreğimiz hazır oluyor.



Aynı malzemeler, kullanıp farklı şekilde katlayarak, farklı bir börek elde etmemiz de mümkün.
Bunun için yufkayı ve malzemeleri aynı şekilde yerleştirip yine ortada birleştiriyoruz. 

Fakat bu sefer orta çizgiden kesip iki AYRI rulo yapıyoruz ve bunu  ortadan başlayarak spiral halde döndürerek tepsiye yerleştiriyoruz. Yine 3 yufka ama bambaşka bir şekil...

fırından önce

fırından sonra


💜

Ellerimizin lezzeti, sofralarımızın bereketi bol olsun...
Sevgiyle pişirelim, sağlıkla yiyelim...

💜

let love rule...







8 Aralık 2020 Salı

LİMONLU KURABİYE

 


Hayat sana limon veriyorsa😕 limonata yap😊

Komşun sana limon veriyorsa, limonlu kurabiye😍

Yıllar içinde pek çok kez taşınmış biri olarak, uzun süre bir muhitte oturmanın en değerli yanının komşuluk ilişkileri olduğunu düşünüyorum. Oturduğumuz evlerde, hemen yan kapı olduğu halde hiç konuşmadan evine giren komşularım da oldu, zaman zaman kahve içmeye, kahvaltı etmeye buluştuklarım da... Ama ikinci grup az, çok daha az... O yüzden şu an yaşadığımız apartmandaki karşı komşumun sıcacık varlığı bana büyük mutluluk veriyor. Benim, acaba konuşur mu konuşmaz mı diye düşünmeme bile gerek kalmadan, kendiliğinden gelişen bir gülümseme bu... Bir sefer asansör, bir sefer eve giden yol üzerinde karşılaşma derken ısınıverdik. Bana kendimi fazla anlattırmadan olduğum gibi kabul edilme hissi veren bir insan oldu. Kendisi biliyor mu bunları acaba, sanırım bu satırları okurken öğrenecek...

 💛

İkimizin en sevdiğim ortak paydamız Bodrum'a duyduğumuz sevgi... Bodrum kısa süreli yaz tatili olarak güzeldir muhakkak, ama yaz-kış yaşamaya karar vermesi biraz düşündürür insanı. Biz bu kararı 2006 senesinde verip gitmiştik, 2,5 sene orada yaşayıp oğlumuzun ilkokula başlama döneminde İstanbul'a dönmüştük. Hayatımızda çok özel bir zaman dilimidir Turgutreis'te yaşadığımız yıllar. Şimdi komşum da, yılın tamamını olmasa da uzun bir kısmını orada geçiriyor... Halikarnas aşkının onu da sarmaya başladığını keyifle gözlemliyorum, ona oraları anlattırmayı ve kendi anılarımı paylaşmayı seviyorum. 

Son seferinden dönüşte elinde bir torba limonla geldi bana, bahçemizden diye. Ertesi günü bizim delikanlının YKS hazırlığı için öğretmen gelecekti. Dedim ben bu limonların en güzeliyle kurabiye yapayım, lezzeti çoğaltayım.

işte o ağaç...

Limonlarınız hazırsa tarife geçiyorum🍋

MALZEMELER:

* 1 çay bardağı pudra şekeri

* 2 adet yumurta

* yarım çay bardağı sıvı yağ

* 1 adet limonun suyu

* 1 adet limon kabuğu rendesi

* 3 su bardağı un 

* 1 paket kabartma tozu

* 1 çorba kaşığı sirke (kurabiyenin tabir-i caizse daha kıyır kıyır olmasını sağlıyor, ama isteğe bağlı)

* üzeri için 3-4 yemek kaşığı kadar pudra şekeri

💛

Fırınımızı 175 dereceye ayarlayıp ısınmaya bırakıyoruz.

Karıştırma kasemize yumurtayı, sıvı yağı, pudra şekerini alıyoruz. Limonun kabuğunu içine rendeleyip sonra suyunu sıkarak ekliyoruz. Bunları iyice bir karıştırıyoruz.

Sonra unu ve kabartma tozunu yavaş yavaş, karışıma yedire yedire ekliyoruz. Unun elenmiş olması iyi olur. Bu şekilde yoğurarak ele yapışmayacak bir hamur haline getiriyoruz.

Burada DİKKAT ! Eğer hamur elinize yapışıyorsa hemen un eklemeyin. Buzdolabında 20 dakika kadar bekletin, bu daha rahat şekillendirmenize yardımcı olur. Baktınız hala yapışıyor, o zaman elinizi azıcık unlayarak şekillendirin.

Hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp elimizde yuvarlıyoruz. Her yerine gelecek şekilde pudra şekerine batırıp fırın tepsisine biraz aralıklı olarak diziyoruz.

Kurabiyelerin ceviz büyüklüğünde olması önemli, çünkü pişerken büyüyorlar. Benim yaptıklarım ceviz büyüklüğünden fazla olmuştu, dolayısıyla sonuç biraz irice oldu. Aslında büyüklüğünü siz nasıl seviyorsanız öyle yapın desem belki daha iyi. İsterseniz öncesi / sonrası fotoğraflarıma bakarak ne kadar irileştiğini tespit edip kendiniz yaparken ona göre ayarlayın.

fırından önce

Fırınımız hazır ısınmıştı, tepsimizi fırına atıp, 20 dakika kadar pişiriyoruz. Bi' 15 dakika sonra bakıp kontrol edin çok da fazla kızarmasın, 20.dakikada pişmiş ve üzerleri hafifçe çatlamış oluyor zaten.

fırından sonra

Ve böylece elimizde miss gibi dumanı tüten tabağımızla napıyoruz? 

Komşumuzun evinin yolunu tutuyoruzz😘 


Ellerimizin lezzeti, sofralarımızın bereketi bol olsun...
Sevgiyle pişirelim, sağlıkla yiyelim...
💛

Bodrum deyince hemen aklımıza gelen bir isim var: Halikarnas Balıkçısı ve kocaman sıcacık MERHABA'sı...

Kendi yaşam öyküsünü anlattığı Mavi Sürgün adlı kitabıyla başlayıp, peşpeşe kitaplarını okudum geçen ilkbahardan bu yana... Cevat Şakir'i, Halikarnas Balıkçısı'na dönüştüren yaşamına dair bildiklerim bilmediklerimin yanında öyle azmış ki... Özellikle Anadolu'ya bakışına, uygarlığın bu topraklardan batıya geçişine dair anlattıkları, mitoloji ile ilgili verdiği müthiş detaylara sahip ve şimdiye dek hiçbir yerde okumadığım bilgiler beni çok etkiledi. 

Bu güzel limonların yetiştiği Bodrum'a, Ege'ye, Anadolu'ya aşık Koca Balıkçı'nın kendi sesinden Halikarnas Balıkçısı ismini nasıl aldığının hikayesini dinleyelim mi beraber...


💛

let love rule...



4 Aralık 2020 Cuma

ANNANEMİN POĞÇASI...

 


Doğrusunun 'Anneannemin Poğaçası' olduğunu biliyorum😉 Konuştuğum gibi yazmak istedim ama bu sefer. Çocukluğumuzun yıllarında hayat henüz bu kadar hızlanmamıştı... O zamanların bir mevsimde dolu dolu yaşanan olaylarını, şimdilerde bir hafta içinde yaşayıp ertesi hafta unutuyoruz. Ama hiç unutulmayan şeyler var değil mi... Olaydan ziyade koku hafızası müthiş birşey; insanı alıp götürmesi. Annanemin evi giriş katındaydı, balkonda oturduğumuzda hep tanıdıklar, komşular... Geçerken selamını eksik etmeyen, iki çift laf eden... Soğuk su isteyen simitçiler, galetacılar... Kaç nesil geçti o balkonun önünden... Kuzenimle bunları konuşmaktan hiç sıkılmayız, benim annanem onun babannesi, yaz anılarımız o kadar bir ki... Onlardan biri de bu 'poğça' işte... Kimbilir belki o duygudan dolayı, yıllardır başka poğaça tarifi aramadım, ama zaman içinde deneme yanılma şeklinde bazı eklemeler oldu.

Önce standart tarifi yazayım, sonra eklemelerden de bahsederim.

💜

MALZEMELER:

* 1 su bardağı yoğurt (standart 200 ml. su bardağı)

* 1 su bardağı sıvı ve erimiş katı yağ karışımı (ben biraz tereyağ eritip bardağa koyup, üzerini zeytinyağ veya sıvı yağ ile tamamlıyorum)

* 1 yumurta (akı karışımın içine, sarısı poğaçaların üzerine sürmek için)

* 1,5 çay kaşığı tuz

* kabartma tozu

* 3 bardak un

İç harcını damak zevkinize bırakıyorum... beyaz peynir, siyah zeytin, dereotu, maydonoz, kekik, pul biber hepsi yakışıyor. Kurutulmuş domates denemedim, ama ufak doğrayarak neden olmasın.

💜

Yoğurt, yağ karışımı ve yumurtanın akını kabımıza alıp iyice karıştırıyoruz. Çırpma teliyle rahat oluyor.

Unu eliyoruz ve bu karışıma yedirerek ekliyoruz. Tuzu ve kabartma tozunu da tabi.

Neticede ele yapışmayan, ama kupkuru da olmayan, yumuşak bir hamur olacak.

İstediğimiz büyüklükte parçalar koparıp avucumuzda yassıltarak içine beyaz peynir, maydonoz, dereotu, siyah zeytin gibi malzemeler koyup kapatıyoruz. 

Fırın tepsisine pişirme kağıdını koyup poğaçaları dizdikten sonra üzerine yumurtanın sarısını sürüp çörekotu serpiyoruz.

180 dereceye ısıtılmış fırında yaklaşık 20 dakikada pişiyor. Üzerinin kızarmasından anlarsınız zaten.

fırından önce

💜

Gelelim zamanla yaptığım eklemelere: açıkçası poğaçaların iç harcını tek tek avucumda yassıltıp koymak zaman aldığı için denedim bunu. 

Henüz hamur kaptayken içine beyaz peynir ufaladım, siyah zeytin doğradım (bu ölçüye 6 adet ufak doğranmış zeytin yetiyor), ince kıyılmış dereotu ekledim, kekik ve pul biber serptim. Hepsini karıştırdım ve poğaçaları sonra şekillendirdim. Peynirler erir mi, dışta kalan zeytinler yanar mı diyordum ama hiçbirşey olmadı. Hem de şekillendirmem çabucak bitti. Yine üzerine yumurta sarısı ve çörekotu tabi.

Bu ölçüden ortalama irilikte 18 adet poğaça çıkıyor. Daha ufak yapıp 32 adet çıkarttığım da oldu. 

Hatta ufakken oğlumun nedense, küçük de olsa, iri de olsa 1 tek poğaça yeme adeti vardı. Madem 1 tane yiyecek bari büyük olsun deyip, yine aynı ölçüden 9 iri poğaça çıkarmışlığım da var😄

fırından sonra

Poğaçanın lezzetiyle beraber, (belki daha çok) hatırlattıklarını seviyorum... Köylük yerde, o güzelim geniş açık bahçelerde değil de, şehirde apartman içinde de olsak, ağustos sonu, eylül başı gibi arkadaşlarımın kavanozlara kışlık domates, menemenlik sos hazırladığını, turşu bastığını görmek çok hoşuma gidiyor. Tarhana kurutanımız, erişte kesenimiz ise çok nadir artık. Ben de yapmıyorum, fakat bu kökenlerden gelen kültürün değerini, önemini derinden hissediyorum. 

💜

Hiç değilse böyle çocukluğumdan gelen bir tarifi, bugün yapıp çocuğuma yedirebiliyor olmanın tuhaf bir mutluluğu, tatmin duygusu var. Ne kadar lezzetli olsalar da, ev poğaçası diye satılanlar, 'annane poğçası'nın yerini tutmuyor çünkü. Kokusunu ve duygusunu da...

Ellerimizin lezzeti, sofralarımızın bereketi bol olsun...
Sevgiyle pişirelim, sağlıkla yiyelim...
💜

Yazımın başında bahsettiğim günlerde, yeni çıkan şarkıları mutfakta annaneme söylemeye bayılırdım. 80li yıllarda bu da onlardan biriydi... Bir ilkbahar sabahı... O zamanlardan bugüne yeni bir sesle gelen bir şarkı... Tıpkı bugüne gelirken birazcık değişen poğaça tarifi gibi😊



💜

let love rule...