Bu Blogda Ara

27 Mart 2012 Salı

Kumsalda...


Tüm mevsimleri severim ben.
Hiçbirini diğerinden ayırmam.
Şubatta baharı özlemek canım kışa haksızlık olur diye korkarım.




Ne yazı sonbahara tercih ederim...
Ne de  kışı ilkbahara.
Her biri zamanında güzel.
Hakkını vererek yaşamaya değer...

Yine de :)

Bir de doğanın gerçekleri var.
Baharın yaklaşmasının,
güneşin daha bir içten parlamasının etkilerini tartışabilir miyim?
Asla...
Demek istediğim sadece, hepsi zamanı gelince...

Cemre havaya, nefesimize düşünce...
Cemre suya, kanımıza düşünce...
Cemre toprağa, tenimize düşünce...
Hele 21 Mart da geçinceee...
E gelmiştir o zaman bahar...
Gönlümüzce sevinip kutlamaya hakkımız var.

Bu baharın güneşiyle, çiçekleriyle, müzikleriyle
hayatımıza yavaş yavaş girmesiyle,
duyduğum ilk şarkısından beri çok sevdiğim Madonna'nın
yeni albümünün zamanlaması harika oldu, 26 Mart...
Henüz albümün tamamını dinlemedim.
İtiraf ediyorum, ki kesinlikle şahsi fikrimdir, kimseyi bağlamaz,
2005 yılında çıkan Confessions on Dance Floor albümünde
çıtayı o kadar yükseltti ki, bu yeni şarkılara nötr bakmakta güçlük çekiyorum.

Şimdi...ne güzel bahardan bahsediyorduk,
bu Madonna muhabbeti nereden çıktı dersek :)
Tüm bu duygularla dolu bahar günlerinde yaşanan eşzamanlılıklar, görülen bir fotoğraf,
eski bir filmden kulağa gelen bir melodi,
bana hiç gitmediğim, yerini bile bilmediğim bir sahili hatırlattı...
Ve açıklarda bekleyen şu dizeler kıyıya vurdu...


Denizin kıyıya kavuştuğu çizgide...
Yüzlerimiz güneşe dönük...
Sırtlarımız ıslak...
Gülüşün kirpiklerimde...
Kulağımız suyun içinde...
Müziğimiz çakılların seslerinde...
Denizin tuzu,
Dudaklarımızda kalmaya fırsat bulamasa...
Dalgaların geliş gidişiyle
Suyun üstünde kendini bırakmış saçlarım...
Ve içlerine dolan kumlar
Umurumda bile olmasa...
Elim denizin,
Elim kumun içinde...
Elim elinin içinde olsa...



Paradise Cove Beach

Hayatta gördüğüm, hissettiğim herhangi birşeyin
bana bir şarkıyı hatırlatmaması mümkün değil.
Çare yok, akıl hep bu yönde çalışıyor :)
Bu dizelerin bana hatırlattığı şarkı da Madonna'dan Cherish...
Dördüncü stüdyo albümü Like a Prayer'dan...1989...
Tam da baharla sevinip yaz için heyecan duyarken...

Şimdi bir iyi, bir de kötü haberim var :)
İyi haber, video çok güzel...
Malibu'da Paradise Cove Beach'de çekilmiş...Cennet Koyu Plajı...


Kötü haberse bu videoyu bloga eklemeye izin yokmuş,
o yüzden izlemek için aşağıdaki linke tıklamanızı rica edeceğim :)





İlkbaharımız, yazımız, sonbaharımız, kışımız 
hep sevgiyle, coşkuyla, keyifle




Let love rule...








25 Mart 2012 Pazar

Balonlar


Müzik dinlemeyi seviyorum.
Kendimi müzikle ifade etmeyi seviyorum.
Müziğin insanın ruh halini etkilediğini düşünüyorum.
Farklı tarzdaki müziklerin insanda farklı duyguları,düşünceleri, ruh hallerini aktive ettiğini düşünüyorum.
Bununla ilgisi var mı bilmiyorum, ama üzgün, yorgun, keyifsiz zamanlarımda bile, üzgün şarkılar dinlemeyi tercih etmiyorum.
Üzgünden kastım yavaş tempolu şarkılar değil elbette.
Gayet sakin, telaşsız, ama duyguları son derece samimi ve
üzmeden anlatan müthiş şarkılar var.
Ya da tam tersi, çok güçlü bir müzikle, son derece hüzünlü şeyler anlatan şarkılar...

İlk gruba giren bir şarkı bir süre önce bir sabah buldu beni...
Aslında yıllardır bildiğim bir şarkıydı.
Dikkatimi çekmesinin sebebi, daha sonra gördüğüm bir resimle
arasında kurulan bağlantı oldu.


Brenda Russell, Amerikalı bir şarkıcı…
Stockholm’de bir çatı katında kalırken pencereden
şehrin üzerinde süzülen sıcak hava balonlarını görüyor.
Bu ona, bir insana ulaşmanın kaç çeşit yolu olduğunu düşündürüyor.
Hatta şarkıda geçen “büyük bir balonla da olabilir, ama bir an önce yapsan iyi olur” satırlarında o an'a gönderme yapıyor.
O dönemde bağlı olduğu müzik pazarlama firması, onu daha çok dans şarkıcısı olarak gördüğü için  Russell bu tarz bir şarkının ilgilerini çekmeyeceğini düşünüyor.

Fakat şarkıyı bir yere not ya da kayıt etmediği halde, ertesi sabah hala aklında olmasının çok özel bir durum olduğunu fark ediyor (iyi ki :)
Bu duyguyu “Sanki biri bana birşeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi.” diyerek ifade ediyor.
1988 yılında çıkardığı albüm bu şarkının ismini taşıyor. Ancak albümdeki "piano in the dark" adlı şarkı daha çok tanınıyor.


Bir başka Amerikalı soul ve jazz şarkıcısı Oleta Adams, Stockholm’de bir plakçıda bu şarkıyı duyuyor ve son derece etkileniyor, 1990 yılı Circle of One albümünde kaydediyor.

Şarkı ’91 yılı ilkbaharında Billboard Hot 100’de ilk 10’a giriyor.

Şarkıyı hem bestecisinin hem de Oleta Adams'ın yorumuyla paylaşıyorum. Benim tercihim birazcık ikinci yorumdan yana. İnsan kendi yazmadığı bir şarkıyı ancak bu kadar kendini katarak söyleyebilir. Belki okurken dinlemek istersiniz...


Gökyüzünde gezen bir balonla başlayan bu hikaye çok hoşuma gitti. Şarkıyı zaten çok severdim.

Aynı gün öğleden sonra Nişantaşı Galeri Linart'ta bir karma sergide gördüğüm bir resimle şarkı bütünleşti. 
Serkan Küçüközcü... Eskişehirli genç bir ressam, Galeri Linart'ın sanatçılarından kendisi. Diğer başka resimlerinin yanında bu harika bir sürpriz oldu.

Get here... Şarkının sözleri şöyle...

You can reach me by railway, you can reach me by trailway
You can reach me on an airplane, you can reach me with your mind
You can reach me by caravan, cross the desert like an Arab man
I don't care how you get here, just - get here if you can

You can reach me by sail boat, climb a tree and swing rope to rope
Take a sled and slide down the slope, into these arms of mine
You can jump on a speedy colt, cross the border in a blaze of hope
I don't care how you get here, just - get here if you can

There are hills and mountains between us
Always something to get over
If I had my way, surely you would be closer
I need you closer

You can windsurf into my life, take me up on a carpet ride
You can make it in a big balloon, but you better make it soon
You can reach me by caravan, cross the desert like an Arab man
I don't care how you get here, just - get here if you can
I don't care how you get here, just - get here if you can 

Özetle şöyle diyor... 
Bana, trenle, otobüsle, uçakla ulaşabilirsin, 
ya da düşüncelerinle...
Bana karavanla, çölleri aşarak, yelkenliyle, 
Bir ağaca tırmanıp ipten ipe atlayarak...
Bir kızak alıp yokuş aşağı kollarıma doğru kayarak
Hızlı bir ata binerek ulaşabilirsin, 
Hayatıma rüzgar sörfü yapabilirsin, bir uçan halıya atlayabilirsin...
Ya da büyük bir balona binebilirsin, 
ama bir an önce yapsan iyi olur...
Buraya nasıl geldiğin umurumda değil...
Ama eğer gelebiliyorsan hemen gel...     
Aramızda tepeler ve dağlar var...
Hep aşılması gereken bir şeyler...
Eğer bir yolum olsaydı, eminim daha yakın olurdun...
Yakınımda olmana ihtiyacım var...
Nasıl geldiğin umurumda değil...
Ama eğer gelebiliyorsan hemen gel...


Bu şarkı Brenda Russell'a bir sıcak hava balonuyla ulaşmış... Ondan da bir plakçıda Oleta Adams'a... Ve sonra da bizlere... Bir küçük şarkı neler neler taşımış... 
Sadece insanların, aşkların değil... düşüncelerin, umutların, hayallerin, sevinçlerin, gülüşlerin birbirine kavuşması için... uzakların yakın olması için... insanlığın ortak paydada buluşması için ne kadar çok yol var aslında... Pencerenin aralık olması bile yeter belki... 



Let love rule







21 Mart 2012 Çarşamba

Yoga ve...

Birbuçuk yıldır düzenli olarak bir yoga sınıfına devam ediyorum.
Suadiye'de Bağdat Caddesi'nin sahile doğru paralel sokaklarının her mevsim en güzel olanı...
Hamiyet Yüceses Sk.'taki Mira'da Hatice Kapudere'nin yoga sınıfı.

Mira'ya doğru yürürken bile yoga başlıyor benim için.
İlkbaharda yemyeşil, sonbaharda kehribar rengi yapraklarıyla,
bir tünel oluşturan ağaçların bulunduğu yoldan geçerek gitmek...
Hatice Hoca'nın yumuşacık, sakin enerjisi Mira'yla bütünleşmiş.
O benim ilk ve tek yoga hocam (tatilde 2 günlük sabah yogasını saymazsam :)
Bir yoga hocasında ne gibi özellikler aramam gerektiğini bilmeden tabiatıma en uygun olanıyla karşılaşmak harika birşey.

Ama bugün yoganın bedensel faydalarından bahsetmeyeceğim.
Faydalı bir şey olduğunu zaten biliyorsunuzdur.
Ruhu olan bir beden değil de, bedenlenmiş bir ruh olduğumuzu bize hissettiren birşey yoga çalışmaları.
Özümüz, içimizde bir yerlerde değil, aslında varoluşumuzun tümünde, bizi çepeçevre sarmalıyor.
Yoga bunu bize sessizce hatırlatıyor.

çocuk duruşu
Kimseyle yarışmadan, kendini karşılaştırmadan, daha iyi olmaya çalışmadan...

Kendimizi akışa bırakmanın, çocuk duruşunda teslim olmanın tehlikeli bir şey olmadığını sevgiyle gösteriyor.





Tüm bedenimiz karşıya dönükken, sadece üst bedeni sağa ya da sola çevirip arkaya, bir başka deyişle geçmişimize baktığımız burgu duruşlarında, bizi doğal bir şekilde kendimizle yüzleştiriyor.
burgu duruşu

Tıpkı bir kadının saçlarını hiçbir dolaşık nokta kalmayana kadar tarayıp ,
sonra parmaklarını dipten uca kadar hiç takılmadan geçirmesi gibi...

İki paralel aynanın birbirini yansıtmasından kaynaklanan, aradaki cismin sonsuz görüntüsüne bakar gibi...

Yaşam ve/veya yaşamlarımızdaki bloke olmuş noktalara bakmamız için bizi cesaretlendiriyor.



Yoga ile ilgilendiğimi söylediğimde en sık duyduğum iki tane yorum var.   Bir tanesi zor olmasıyla ilgili.

Sanırım ilk akla gelen duruş, şu meşhur lotus oturuşundayken ayağın boynun arkasına konması oluyor. Bunun gibi başka duruşlar da var.

Bu duruşların zorluğu zaman içinde vücudu gerektiği şekilde güçlendirerek,tekniği öğrenerek ve elbette çok çalışılarak aşılabilir.

Tüm bunların yanında ve belki daha önemlisi, yapabileceğimize duyduğumuz inançla da ilgili elbette.
Ama bu duruşları yapamamak yoga yapamıyorsunuz anlamına gelmiyor.
Yıllardır yoga yaptıkları halde bu akrobatik yoga duruşlarını yapamayan kişiler de var.
Yoga tabii ki bu duruşlardan ibaret değil.

Sık duyduğum diğer yorum ise, hareketlerin yavaş yapılmasıyla ilgili.
Evet doğru, bana kalırsa da yoganın asıl sırrı duruşların, hiç acele edilmeden, birini yaparken sonrakini düşünmeden, sadece ve sadece o anda yaptığın duruşa odaklanarak yapılmasında.

Bu noktada en basitinden Tadasana denilen dağ duruşunda bile zorlanmak mümkün.
Hele ki sabahtan akşama hem zihnen hem bedenen koşturup durmaya alışmış olunca...

dağ duruşu
Sırt dik, ayaklar bitişik, topuklar ve ayak parmakları karşıyı gösterir durumda, kollar ve avuç içleri bedene dönük, baş rahat ve karşıya bakarken, derin ve düzenli karın nefesleri alıp vererek ayakta durmak...
Başka hiçbir şey yapmadan sadece ayakta kalmak bile, en zor yoga duruşu olabilir.
Koşuşturmamak...hissetmek...sadece izlemek...

"Neredeyim, ne olmak istiyorum, nereye gitmek istiyorum, kendimle ilgili ne yapmak istiyorum?"
Ayakta dimdik durmak ve ileriye bakmak, dengede kalmak, harekete karşı durmak.
Vücudun ayakta ve dimdik olduğunu fark etmek...
Bir dağ gibi hareketsiz, boşlukta ayakta durmak...

Dağcı dağın güçlükleriyle savaşır.
Dağın zirvesine çıkarken korkunun ötesine geçilmeden tırmanma ve zirve gerçekleşemez.
Dağ pozisyonu egonun ötesine geçebilmek için ilk basamaktır.

Bu duyguya kendini bırakabildiğin anda başlıyor yoga.
Özümüz bu duyguya çok aşina, ilk birkaç dersten sonra yavaş yavaş bu yeni frekansa uyumlanma başlıyor.
Asıl doğasını hatırlıyor ve kendini rahat hissediyor.

Bence insanın bugün kendisi için yapabileceği en özel şeylerden biri.
Gelecek içinse bedenine yapabileceği en sağlam yatırım.

Şu hayatta insan ne yaparsa kendine yapıyor...
Yoga veya başka birşey...
Kendinizi iyi hissettirecek...motive edecek...
Kendiniz için birşey yapın...
Doğru zaman gelsin diye beklemeyin...
Şimdi istiyorsanız, doğru zaman gelmiştir zaten...


Hocam ve arkadaşım Hatice Kapudere'ye,   arkadaşlarım
Eda Uslu,  Hande Bilsel,  Hatice Kara  ve  Özlem  Erten'e
yardım ve destekleri için çok teşekkür ediyorum


Hatice Kapudere'nin web sitesi:
http://www.yogam.net/



Let love rule...



17 Mart 2012 Cumartesi

Zamanın ve Mekanın Suretleri...


12 sene önce Tophane-i Amire'de bir kız arkadaşımın söylediği söz, o dönemde olaylara bakışımı değiştirmişti.
Düşündüm, neydi söylediği... hatırlamıyorum... Zaman içinde özünü alıp yoluma devam etmişim demek ki, sevindim...
12 yıl sonra bugün aynı yerde bir sergi geziyorum...(16.Mart.2012)
Heykeltraş Mehmet Aksoy 50. Yıl Retrospektif Sergisi…
Zamanın ve Mekanın Suretleri...

"Zamana dokunmak" diyerek başlamış... taşı sevdiğini söylüyor.
Üstüne düşen ışık üzerinden onu yansıttığı, onu ışığa duyarlı kılıp, "ben artık kütleyi değil, ışığı yontuyorum" dedirttiği için.

Girişte Kars'taki İnsanlık Anıtı'nın fotoğrafları var. Detaya girmek istemiyorum, acısı hala çok taze.
Kardeşçe yaşamaktan başka hiç bir amaç gütmeyen bir heykel ve heykeltraşı...
"Belediyenin çöplüğüne koyuyorlar...bana verecekler cenazeyi ve ben de gömeceğim. Paramparça olmuş bir anıtı ileride üstüste koyarız...Bu belediye başkanı gidecek ve tekrar anıtı kesikli bir halde oraya koyacağım.Oraya dikeceğim,o parçalar olmazsa yenisini yaparım." demiş...
Şu fotoğraftaki (bence) ejderha gibi sonsuzluğa bağırmak istiyorum.
Çekerken elim titremiş, sebebi çok açık,o yüzden olduğu gibi bıraktım.

Denizi Seyreden Nazım
Nazım Hikmet çalışmalarından oluşan bölüm...
Bir şair için yapılmış çok anlamlı çalışmalar. Taş ile şiir yazmak böyle birşey herhalde.
Nazım heykel yapsaydı nasıl olurdu diye de düşündürdü bana; sanki bunlara benzerdi, duygular çok yakın geldi.

Mehmet Aksoy, Anadolu toprağı üstünde Hititler, Urartular, Asurlular'dan beri sürdürülen heykel geleneğinin söndüğünü, en az 700 yıllık bir kopukluk olduğunu ve halen halkla heykel arasında organik bir iletişim kurulamadığından bahsediyor.

İşçi ve Çocuğu

Bir bakıma heykelle memleketim insanını bir nebze kaynaştırmak adına, 1976'da Antalya'da çevrede toplanan vatandaşları model olarak kullanarak yaptığı 'İşçi ve Çocuğu' heykeli bitmeye yakın bir gece paramparça edilmiş. O sabaha karşı o manzarayı gördüğü anı tahayyül edemiyorum.
Blogun şablon ayarlarını yanlışlıkla bozduğumda yeniden düzenleyene kadar ne kadar uğraştığımı ve canımın ne kadar sıkıldığını hatırladım da, nasıl utandım.
O sabah etraftan gençlerin 'sen yine yap, biz nöbet tutar koruruz' demeleriyle motive olup baştan başlamış çalışmasına.
Bu adamın kaç heykelinin başına neler gelmiş...

Ankara Altınpark'taki 'Periler Ülkesinde' heykeli de var tabi... o da nasibini almıştı 1995'te.

Bir başka heykeli, '1 Mayıs 1977', bana Pietà'yı hatırlattı, desem uygunsuz kaçar mı? Ne farkeder… hatta bence çok daha sade, çok daha içe işleyen bir duygusu var.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Pieta 

Ve Vahdet-i Vücut heykelleri…bütün varlıkların tek bir Öz’den kaynaklandıkları ve  Yaradan’ın bir parçası oldukları düşüncesine dayanan, kavranması tasavvuf yolunda yaşayıp yükselerek mümkün olan bir bilgi.
Bir bakıma insanın, varlığını sonsuza kadar yaşatmaya dair içgüdüsünü simgelemenin yanında, iki insanın sadece tensel olarak değil, duygularında, hayallerinde, umutlarında, birbirlerine kavuştukları, birleşip yok oldukları ve sonsuzluğa dokundukları  o an’ı tüm canlılığıyla donduran heykeller.

Mehmet Aksoy sadece heykel yapmıyor. Onu heykele yönlendiren duyguları en saf ve ilk-el hallerinde, eserleri kadar orijinal kelimeleriyle ifade ediyor. Bu ifadeleri serginin bir çok bölümünde, görselliği desteklemekten öte, tamamlayan unsurlar olarak gördüm.
'Gönlümüz Bir Uçurtma' benim için bunların en özeli.

Kuş Başlı Şaman
“Her insan biraz şamandır. Köklerinin dünyasına dönmek, onunla iletişim kurmak ister.” diyerek sokuyor bizi şamanların sihirli dünyasına.
O gruptaki 'Sağaltıcı Şaman' çalışması beni özellikle çok etkiledi...
Buraya çektiğim tüm fotoğrafları koymuyorum, gezerken keşfetmenin keyfini bozmak istemiyorum.


Can Yücel'in Datça'daki parçalanan mezarını Mehmet Aksoy'un yaptığını bugün öğrendim. Ne diyeceğimi bilemiyorum.


Kelt düğümlerinin en güzeli 'Sevişen Yılanlar'...
Cennet bahçesinin ilk hikayesi 'Adem ve Havva'...
'Motorcu' çalışmasındaki kendi portresi...
Ve müthiş detaylarıyla karakalem çalışmalar…

Hele bunlar Tophane-i Amire’nin atmosferiyle birleştiğinde !

Sergi mekanının bahçesindeki dev 'İki Çocuklu Kibele' heykelini söylemeyi unutmayayım.
Görevli arka kapıyı açarak bahçeye kestirmeden geçmemi sağladı. O da ayrı bir kare oldu…






Mehmet Aksoy… Zamanın ve Mekanın Suretleri… Tophane-i Amire…
09.03.2012 - 20.05.2012 (pazartesi hariç her gün)



12 Mart 2012 Pazartesi

Masalsı Dünyadan Fısıltılar...



Fransız fotoğrafçı Matthieu Paley'in objektifinden...
Whispers of a Fairytale World / Masalsı Dünyadan Fısıltılar.
Nişantaşı Galeri Linart'ta 8 Mart-10 Nisan 2012 tarihleri arasında gezmek mümkün.

Paley '98den beri Afganistan, Pakistan, Kırgızistan ve Tibet'in uzak dağlık bölgelerinde yaşayıp  oraları keşfetmiş. 
Çoğu kez dağ geçitlerinin  açık olduğu, kısacık süren yaz zamanında değil de, en sert, yaşanması en zor zamanlarda ve sıfırın altında 30Cde yolculuk yapmış.
Bölgenin kültürüne ve yerli halkın lisanına kendini kaptırmış.
Bu uzaklardan daha uzak iklimlere tekrar tekrar geri dönmeden duramamış.




Dış dünyadan böylesine tecrit edilmiş yerlerde yaşayan göçebe ve yerli topluluklarla zaman içinde dostluklar kurup güvenlerini kazanmış ve içlerinden biri olma noktasına gelmiş.
Bu fotoğraflar duyulan o güvenin mükafatları.

'98 yılından bu yana Afganistan, Moğolistan, Çin ve Sibirya'da çekilen 19 fotoğraflık bir koleksiyon.

Orta format  ve 35mm karışımı ile çekilen, rötuşlanmamış, orijinal baskı fotoğraflardan oluşuyor.




Paley fotoğrafları başta bana kolayca dile getiremediğim hisler verdi.

Sonunda şunu anladım; fotoğrafı makine değil göz çeker.
Önce gözün karanlık odasına düşer görüntü.
Her göze de başka düşer. O yüzden aynı görüntü, çeken kişiye göre farklı sonuç verir.
Her retinanın izi farklıdır çünkü.




NEREYE GİDİYORSUNUZ...DÜĞÜNE...

Sergide beni en fazla çeken fotoğraf bir düğün kafilesine aitti.
Yayın hakları nedeniyle buraya alamadığım fotoğrafı şu linkten görebilirsiniz.
Ama zaten fotoğrafın aslının verdiği etki ...................

http://paleyphoto.photoshelter.com/image/I0000g08YUW6.T1Q


Antik zamanlarda Büyük İskender ve Marco Polo’nun da kullandığı bir rota…
İpek Yolu’nun eski bir kolu olan Wakhan Geçidi’nde 4000 metre yüksekliğinde bir dağın eteklerinin dibinde, at sırtında düğüne giden insanlar, Wakhiler...


Dağın ihtişamından gözlerimi alamadım. O kayaların arasında kaybolduğumu hissettim.
Muazzam büyüklükte bir dağın bir kareye sığması karşısında başının dönmemesi mümkün değil.
Bir süre sonra 'peki insanlar nerede', diye bakmayı akıl ettim . Görmek çok zor oldu.
Dağın eteklerinin en dibinde, atlarının sırtında bir düğüne gitmekte olan insanlar.
Kafileden tahmin edemeyeceğim bir uzaklıkta bulunan bir kulübe...
Düğün o kulübede mi?
İki aşık genç mi var?
Böyle bir coğrafyada aşka yer var mı?
Dağın, taşın...güneşin, karın...çölün, buzun yoğurduğu yüreklerdeki aşk.
Benim yüreğimdekinden daha farklı olur mu?
Bilmiyorum...
Kafile ilerliyor, dağ gittikçe büyüyor, kulübeye ulaşmak mümkün mü?
Bu nasıl bir büyüklüktür?
Bu nasıl bir küçücüklüktür?
Bir dağın yanında hiç kalan insanoğlu.
Ya dünyayı düşünecek olsak?
Ya evreni?
O zaman insan nedir, diye sormamak elde mi?
………………
- Düğüne geç kalmasak bari...
- Onun atı daha mı hızlı gidiyor sanki?
- Keşke benim elbisem de yeni olsaydı.
- En rahat eyer onunki, neden benimki değil?
- Düğünün en güzel saçlı kızı ben olacağım.
- Şu kız ona mı bakıyor, bana mı?
- Acaba kalbimi çalacak adamla karşılaşacak mıyım?
…………………
Dünyanın bu en önemli meseleleri, bu dağın eteklerinin en dibinde,
bir kum tanesi bile olamayan bu insanların akıllarından geçiyor olabilir mi?
Bilmem...neden olmasın…
Kum tanesi bile olamazken, koca bir aşkı küçücük yüreğine
ve evreni avucunun içine sığdırabilmek.
Kum tanesi bile olamazken, evrenin en vazgeçilmez parçası olabilmek.
Yokluğunla tüm dengeleri değiştirebilmek.
Sadece kabilendeki değil…
Sadece o uzaklardan daha uzak iklimlerdeki değil…
Sadece dünyadaki değil…
Tüm bir evrendeki dengeleri değiştirebilmek.
İnsan olmak böyle birşey.
Yaratan olmak böyle birşey.
Şah damarından daha yakın.

O, sen olmasan mümkün mü?


Tüm bu duygularla dolaştım sergiyi.
O dünyadan geri dönüş biraz zaman aldı tabi :)

Bu masalsı dünyaya tanıklık edip
bizlere getiren gözün çalışmaları
10 Nisan'a kadar Galeri Linart'ta.




Kaynakça: Galeri Linart'ın hazırladığı sergi kataloğu

10 Mart 2012 Cumartesi

Blog yazmak istemek ego mudur?



Meri'nin Takı Denizi'nden bu yana uzun zaman geçti.
Seramik çamuruyla birlikte hayatımın da yoğrulduğu zamanlar...
Başıma gelen herşey, tıpkı kil üzerinde çalıştığım gibi desenler yarattı hayatımda.
Hala da yaratmaya devam ediyor... sonu var mı ki :)
Hayat hala beni Meri'nin labirentlerinde dolaştırıyor ve karşıma harika şeyler çıkartıyor.
Beni bana yansıtan, keşifler yaptıran, bazen canımı acıtsa da kendimle yüzleştiren,
her seferinde şükür duygusuyla "yine de" dedirten şeyler...
İremmeri'ye Meriirem'e ayna oldu ve yol devam etti...
Zaman içinde kendimi ifade şeklim de değişti.
Ve bugüne gelindi.

Şimdi…Blog yazmak istemek ego mudur?
Egodan kaçınmak korkaklık mıdır?
Hele seni içinden gelenleri yapmaktan alıkoyuyorsa...


Yıllardır sanki yazıyormuş gibi düşünüyorum,
nadiren düşündüklerimi yazıyorum.
'Benim düşündüklerimden kime ne', duygusu ağır basıyor.
Bu yüzden denemekten açık ve net bir şekilde kaçıyorum.
Halbuki kaçtığım kendim miyim, sorusu düştü aklıma.
Bir yazdığımı bir zaman sonra beğenmemek utanç kaynağı mıdır?
Yazdıklarımı ne zaman okusam çok beğenmek tehlike midir?
Yoksa ne güzel değişerek, dönüşerek gelişine yaşıyorum, demek en doğalı mıdır?
İşte bu kadar düşün taşından sonra, şunu gördüm:
benim önce kendim için yazmaya ihtiyacım var.
Okuyanlar olacaktır mutlaka, kendinden bir şeyler bulanlar,
'hah işte ben de bunu demek istiyordum' diyenler de çıkacaktır belki.
Bilin ki, tüm yazdıklarımı önce kendim için, hatırlamak için,
yanar döner, yüzer gezer iç dünyamı bir ucundan yakalamak
ve gittiği yerlerden keyif almak için yazıyorum.

♪♫ Diyorlar kül olmaz ateş yanmadan
Denizler durulmaz dalgalanmadan ♫♪