Bu Blogda Ara

21 Mart 2017 Salı

21 MART EKİNOKS... bir kez daha gece ve gündüz denge içinde...


Şubat ayında dört gözle düşmesini beklediğimiz cemreler...
Havaya, suya ve en son da toprağa düşüp ısıtan ateş topları...
Aman ne güzel bahar geldi geliyor, derken, mart ayının 11i ve 17si arasında, Berd-i Acuz vurur ve kış son acı soğuğunu hissettirir, nam-ı diğer Kocakarı Soğukları...

Geçen hafta yaşadığımız soğuk havaları aslında her sene mart ayının aynı günlerinde yaşıyoruz... Ancak şehrin sözüm ona uygar yaşamı bizleri doğanın döngüsünden o kadar kopuk hale getiriyor ki, her sene bir öncekini unutup, aa havalar ne güzeldi, neden bozdu birden, diye serzenişlerinde bulunuyoruz...

Halbuki...

Çook eski zamanlarda, dünyamız henüz gençken;
bizler, soluduğumuz hava, içtiğimiz su, tenimizi ısıtan güneş, gecemizi aydınlatan ay ve
bastığımız toprak gibi, doğanın bir parçası iken...
Doğadan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığımız o zamanlar...





Bedenimizi kaplayan son moda kıyafetlerin olmadığı;
rüzgarın, suyun enerjisinin hepimize yettiği;
ormanın dans pistimiz olduğu zamanlar...
Kendimizi özel güvenlikli, yüksek duvarlı, alarmlı sitelere,
tam donanımlı, çift camlı, akıllı evlere kilitlemeden önceki...
Serbestçe, özgürce yaşanan o zamanlar...
Heryerin doğanın huzuru içinde olduğu zamanlar...




Heykel: Nevruz... Mehmet Aksoy... 1998...






Doğanın döngüsel zamanıyla uyum içinde yaşadığımız zamanlarda,
kışın soğuk ve karanlık günlerinden, yazın sıcak ve aydınlık günlerinin arasında,
ilkbaharın müjdeli günleri vardır...
Kışın içine kapanık günlerinin ardından, doğada yaşam kıpırtıları başlar, ağaçlar çiçek açar, ekinler yeşerir,
kuzular kırlara yayılır, göçmen kuşlar geri dönerler...
Yaz aylarının sıcağında ekinler olgunlaşır sararır, hasat zamanı gelir...
Kış gelmeden sonbaharda hazırlıklar başlar, çünkü güneşin yüzünü az gösterdiği karanlık ve soğuk günler yine gelecektir, buna hazırlıklı olmak gerekir.

Bu döngü böylece süreer gider...
21 Mart bu günlerin başlangıç tarihidir... Sadece kışın bitip baharın gelmesini kutlandığı değil, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da bahara kavuşmanın sevinci ile gelecek yıllarda da yaşam döngüsünde kışlar olsa da yine baharların geleceğine dair umutları da barındıran zamanlardır.


Bu mevsimsel döngülerle ile ilgili kutlamalar, bayramlar, ritüeller, o herşeyin ilk-elden yaşandığı çağlar ile bugünün beton ormanlarında yaşayan toplum arasında adeta bir köprüdür... Bizlere özümüzü hatırlatır, (eğer izin verirsek) doğanın genlerimizde kayıtlı olan kodlarını uyandırır...



Ostara, ilkbahar ekinoksunda adına kutlamalar yapılan bereket tanrıçasıdır...  Saksonlar Eostre olarak adlandırır, İngilizcedeki Easter yani Paskalya, onun isminden gelmiştir. Hatta östrojen kelimesinin yani dişilik hormonunun kökeninde de bu kelime vardır. Ostara'nın sembolleri yumurta ve yaban tavşanıdır. Tavşan verimliliği ve bereketi sembolize ederken, yumurta da eril ve dişil birleşmeden "yaşamı" oluşturan yaşamın özünü simgeler... Doğanın yani yaşamın yeniden uyanışı kutlanmaktadır, bu yüzden sembolü de yumurtadır...





Gece ve gündüzün aynı süreye sahip olduğu 21 Mart, dünyevi dualitenin sembolik olarak dengelendiği gündür... Gece ve gündüzün, karanlık ve aydınlığın, dişil ve erilin, birlikte ve bir uyum içinde yaşamasının farkındalığının uyanmasıdır...






Nevruz Farsça kökenli bir kelime... Nev -> yeni ve ruz ->gün
İran takviminde yılın ilk gününü temsil eder...
İran geleneğinde nevruzun binlerce yıllık bir geçmişi vardır...

Türk geleneğinde,  21 Mart Göktürkler'in demir dağı eriterek Ergenekon'dan çıktıkları tarihtir... 12 hayvanlı Türk takviminin başlangıç günüdür...

Afganlardan Azeriler'e, Gürcüler'den Kazak ve Kırgızlar'a, Kürtler'den Özbekler'e, Tacikler'e, pek çok kültürde Nevruz kutlamaları yapılır...
Hatta Manisa'daki mesir macunu şenlikleri de 21 Mart'ta yapılır...



Tüm bu kültürlerde yapılan kutlamaların ortak unsuruysa nevruz ateşidir...
Ateş, eski kültürlerde hem ısınmak hem pişirmek için kullanılan ve söndüğü zaman yeniden yakılması çok zahmetli olan bir unsurdu.
Bu sebeple ateş kadim halklar için son derece değerliydi...
Ayrıca  güneşin ısıtan ve aydınlatan ateşinin yüzünü daha çok gösterdiği zamanların başlaması sebebiyle, ateşin şifalandırıcı, canlandırıcı ve arındırıcı gücünü kutlamak nevruz kutlamalarının vazgeçilmez adeti haline gelmiştir...

Değerli sanatçımız Mehmet Aksoy'un Işık Üstüne isimli anlatımında ifade ettiği gibi...

"...Işığın karanlığa isyan bayrağını yükseltmeye başladığı zaman.
Işığın doğumgünü 21 Mart'la (Nevruz) başlayan,
bebek tazeliğinde, cam gibi berrak, kristal kadar parlak, en canlı, en erotik ışık.
İçinde yaşama sevinci taşıyan ışık.
içimizi ısıtan ışık.
İlkbahar ışığı..."



Dünya tarihinin bu en eski bayramı, tüm insanlığa kutlu olsun...






   Let love rule...



16 Mart 2017 Perşembe

MEHMET AKSOY... Çekicin Rüzgarındaki Ezoterik İllüzyonlar...

2008 senesinin Ağustos ayında İstanbul'a döndük...
Yaklaşık 2,5 sene önce Bodrum, Turgutreis'e taşınırken bir daha asla İstanbul'da yaşamam gerekmeyeceğini umuyordum...
Ataşehir civarında yaşayacak bir ev ararken, yol bizi Yenişehir Soyak Sitesi'ne götürdü, çeşitli adalardan oluşan dev site kompleksi içindeki Kibele Evleri'nde başımızı sokacak bir yuva bulduk...
Şehre dönmek büyük travma oldu benim için... Yarayı neyle saracağını bilemiyor insan bazen... Kibele ismini ilk duyduğumda bana çok iyi geldi...
Kısa sürede bahçesinde, havuzunda, binaların girişlerinde yer alan heykelleri gördükçe, keşfettikçe, buranın en azından o an için doğru yer olduğu fikrine vardım.
İstanbul'da başka hangi sitede böylesine dev tanrıça heykelleri vardı ki?
Mehmet Aksoy ismini de ilk kez bu şekilde duymuş oldum.



"Soyak’taki Kibele Çeşmesi’nde heykel mekân ilişkisi, heykelin biçimlendirmesini doğrudan etkiler. Mekân heykelin içeriğine katılır. Böylece değişen, artan içeriğe göre heykelin biçimi de doğal olarak değişir."




"Düşünün heykelin etrafında elli metreyi bulan, mekanik, estetik kaygıdan uzak, oturma fonksiyonu ağır basan binalar var. Bunların insanlar üzerinde negatif etkisi ve stresi var. Buna karşı bir şey yapmalıydım; binaların arasındaki o küçücük meydanı doğayla sanatla ilişkilendirmeye çalıştım."





"Pencerelerinden baktıklarında oturdukları binanın aynısı olan karşı binaya bakmasınlar istedim. 
İşte, bu düşünce beni orada o meydanda insanların hayal kurabilecekleri, umutlanabilecekleri kendilerini yenileyebilecekleri bir şeyler yaparak bir çekim alanı yaratmaya götürdü."




Söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu yaşayarak gördüm... O meydanda hayaller kurdum, her yeni ayda, her dolunayda umutlandım, her Hıdrellez'de dileğimi çeşmenin etrafındaki gül dallarına bağladım ve yıllar içinde yavaş yavaş kendimi yeniledim...



"Anam, kıvır kıvır saçları dizlerine kadar uzanan 14 yaşında daha oyuna doymadan evlendirilen bir Türkmen güzeli. 1939’da 15 yaşında beni doğuruyor. Ben, ilk çocuğum. Kardeşlerimden ikisi öldü. Şimdi yedi erkek kardeşiz. Babam, Fransız işgali sırasında Hatay’da yol isçiliği yapmış, sonra gardiyanlık, mahkeme zabit katipliği, son olarak da gümrük memurluğu…

İlkokul birinci sınıfta yaptığım ilk resim bir tarla kuşuydu. Hoca Hanım resmim elinde, beni sınıf sınıf dolaştırarak, bütün okula, hocalara göstermişti. Bu hocanın hayatımda önemli yeri vardır. Bende ilk sanat bilincini ve hevesini uyandıran, beni sanata yönlendiren, beni köy enstitüsüne değil de liseye, oradan Akademi’ye göndermesi için babamı ikna eden O’dur."





1939 senesinde Yayladağı'nda doğan Mehmet Aksoy'un Antakyalı olduğunu biliyordum, fakat ortaokulu Tarsus'ta okuduğunu bilmiyordum.
1938 doğumlu babam ile aynı yaşlarda, aynı yıllarda Tarsus'ta öğrenciymişler. Bugün bunu öğrendiğimde çok duygulandım. 
Daha sonra liseyi Antakya'da okumuş.





"Kasabamızda ortaokul,lise yoktu. Böylece 13 yaşında gurbete çıktım. Lisede çocukların ev ödevlerini ve portrelerini yaparak para kazanıyordum.
Bu yıllarda Akademi’ye girebilme arzusu önüne geçilemez bir tutku haline gelmişti bende. İstiyordum ki her şey bir an evvel olsun bitsin. Liseyi önüme konan bir formalite, bir angarya olarak görüyordum.
Akademiye girdiğimde heykeltıraş olacağımı hiç düşünmüyordum. Hep ressam olmak vardı kafamda.
Taa ki modelaj dersinde Prof. Sadi Çalık yaptığım büstü görünce “Boş ver resmi, sen heykeltıraş olmalısın” diyene kadar. Öyle de oldum sonunda."




2012 senesinin Mart ayında, yani Mehmet Aksoy'un 50. sanat yılında, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi'nde "Zamanın ve Mekanın Suretleri" adlı sergisine gitmiştim. Mekana adımımı attığım andan itibaren, çok yoğun duygular içinde gezdiğim sergisinde pek çok çalışmanın karşısından uzun süre ayrılamamış, hatta hüngür hüngür ağlamaktan kendimi alıkoyamamıştım.
Tam 5 yıl önce bugün, 16 Mart 2012de yayınladığım, sergi ile ilgili yazdıklarım bu blogdaki üçüncü paylaşımım olmuştu.
http://merininaynasi.blogspot.com.tr/2012/03/zamanin-ve-mekanin-suretleri.html



Şimdi 5 yıl aradan sonra 23 Şubat 2017'de, 
sanatçının "Çekicin Rüzgarındaki Ezoterik İllüzyonlar" adlı sergisi, 
Karaköy Anna Laudel Contemporary'de açıldı...

20 sene önce Düsseldorf'tan tekstil sektöründe iş kurmak için gelen ve o zamandan beri Türkiye'de yaşayan Anna Laudel'ın sahibi olduğu Erenköy Bağdat Caddesi'ndeki Art350 Galeri, Türk ve uluslararası sanatçıların güncel sanat çalışmalarına daha kapsamlı yer vermek ve destek olabilmek amacıyla yeniden yapılandırılarak, 2016 sonunda Karaköy'deki tarihi bir binada Anna Laudel Contemporary adıyla yeniden kapılarını açmıştı. 

















Galata'yı Karaköy'e bağlayan Bankalar Caddesi'nde, zarif Kamondo Merdivenleri'nin yanıbaşında yer alan tarihi bina, Osmanlı zamanında postane olarak kullanılıyormuş. O dönemde Osmanlı Merkez Bankası'nın, finans kurumlarının ve sigorta şirketlerinin bu caddede bulunduğu göz önüne alındığında, Sirkeci'deki Büyük Postane'ye nispeten uzak kalan bu bölgenin hemen yakınında bulunan bu postanenin ne kadar önemli bir işlevi olduğu anlaşılıyor.

İnsan belli bir zaman diliminde hayatının nereden nereye geldiğini görme fırsatını her zaman bu kadar net ve neredeyse elle tutulur şekilde bulamayabiliyor...
Bu sergiye çok sevdiğim bir heykeltraşın çalışmalarını, 5 yıldır neler yaptığını izlemek ve onun duygusuna girebilmek için gitmiştim... Ancak bu tarihi binanın katlarında dolaşıp teker teker merdivenlerden çıkarken, adeta kendi hayatımın son 5 yıllık döneminin de katlarında, odacıklarında dolaşır gibi hissettim kendimi.

Tanrı Ülgen'e Doğru I / 2017 (214x200x32)

Serginin hemen girişinde beni şu sözleri karşıladı :
"Şamanların taşıdığı enerji ve onun güce dönüştürülmesi çok cezbedici benim için. İnsan ve insan doğası günümüzde teknolojiye yenik düştü. Kendimizi unuttuk, vücudumuzla ilişkimiz azaldı. Artık doğal değiliz hatta doğaya karşıyız, kendi doğamıza bile. İnsan doğasının çıkarabileceği enerjinin çok azıyla idare ediyoruz. Ayaklarımızı koşu bantlarında, doğayı ancak pikniklerde yaşıyoruz. Sular, topraklar, ağaçlar, hayvanlar, artık mukaddes değil. Ruhları yok. Doğal değerler artık değerli değil… Anlamlı hiç değil. İşte kaybolan bu değerleri yeniden bulmak, köklerimize dönmek ve içimizdeki enerjiyi aktif hale getirip çıkarabilmek yani kendine dönmek bence günün sorunu."


                                     













 Şahmeran / 2017 (260x166x208)                Havva, Yılan, Elma / 2017 (238x76x49)


"Heykellerimde de şamanların içindeki gizli güçleri nasıl dışarı çıkardıkları, nelerden yardım aldıkları, nelere inandıkları sorusuna cevap bulmaya, bir illüzyon yaratmaya çalıştım. Geçirgen formlar ve leke, yere düşen gölgeler, renkler hep şamanlar dünyasına, ruhlar dünyasına bir geçiş yapmakta bana yardımcı oldu. Bence tüm bu form ve malzeme denemeleri heykelime yeni bir açılım getirdi. Çok sevdiğim demire yeniden döndüm."

Gölgelerin Dansı / 2016 (194x156x30)


Ölüm ve Uyku, Hypnos & Thanatos / 2014 (36x26x15)
"Taşı kes; taş kasabı olma. 
Ustalığın taşı yenmeye değil, taştan heykel yapmaya yarasın.
Kızgınlıkla taşa vurma eline vurursun.
Ters damar keskin murç, dik vuruş ve sabırla yontulur.  
Taşı okşa; bakan gözün görmediğini elin gözü görür.
Heykel aklın gözüyle tasarlanır, yüreğin eliyle yapılır.
El yüreği, yürek gözü, göz aklı etkiler. Ve de tersi; akıl gözü, göz yüreği, yürek eli…
Bu etkileşim sürer gider."


Yerden Göğe Gökten Yere / 2014 (55x43x30)



"Çekicini, murcunu öyle tut, öyle vur ki elin nasır tutmasın. Çekicin sapı, kolun ve kolunla omuz başına kadar uzar, unutma! 
Çek, salla, döndür ve murcun üstüne bırak; çek, salla, döndür ve bırak… 
Kolunla çizdiğin daire ne kadar büyükse o kadar güçlüsün."








Perisperik Cübbe / 2017 (180x106x32)






"Rasyonel dünya, teknoloji, insan, doğa, düşler, mitler ve ruhlar dünyası birbirlerini biçim bozucu aynalardan seyrediyor. İnsan artık zararlı. Oysa her insan biraz şamandır. Köklerinin dünyasına dönmelk, onunla iletişim kurmak ister."








Perisperi Dansı / 2017 / (157x52x52)



"Bazen ellerimi ve gözümü yöneten güç kimin? 
Ellerime kim heykel yaptırıyor? 
Kim bu, benim gözümle gören, sesimle şarkı söyleyen? 
Beynimin içinde konuşan ses de kim?"







"Gerçekçiliğin, yaşam kadar zengin, yaşam kadar çeşitli, yaşam kadar perspektifli ve açık yolundayım. Bu bağlamda ne sanat ne de dünya benim için bir sır değildir. 
Anlaşılmazlığı savunmuyorum benim derdim tam tersine anlaşılabilmek. Sanat yaşamdan kaynaklanmalı ve anlaşılmalı bence. Bunun için tüm hünerimi, tüm ustalığımı, konuyu anlatırken, konunun özüne uygun her türlü sanatsal öğeyi kullanmaktan çekinmem. 
Bu konuda sınır tanımıyorum. Kendimi insanlık sanat kültürünün bu anlamda zengin bir mirasçısı olarak görüyorum. İyiyi, güzeli, gerçeği anlatmakta ne varsa bizimdir diyorum."






Bu müthiş sergiye 20 Nisan 2017'ye kadar gitmek, 
sonra tekrar gitmek 
ve hatta tekrar gitmek için zamanımız var...

Bundan yüzyıllar sonra dünya üzerinde yaşam hala devam ediyor olursa, 
Mehmet Aksoy sadece Türkiye'nin değil, 
çağının en büyük sanatçılarından biri olarak anılacak...
Anlattıklarıyla duygularını, adeta bir heykel gibi üç boyutlu hale getirerek bizlere hissettiren, sözleriyle heykel yapan, 
heykelleriyle şiir yazan Mehmet Aksoy ile 
aynı dönemde dünyada bu topraklarda olduğum için 
kendimi çok şanslı hissediyorum...



   Let love rule...