Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2012 Perşembe

Reklamlar - 3.bölüm




Reklamlar 1.bölüm, 2.bölüm derken...henüz oturmamız "gereken" mekanları anlatmadım bile.
Reklamlarına baktığımda gözüme çarpanlar...
Bazıları güzelliği yüksekliğiyle değerlendirilen mekanlar...
Bazıları ağaca, çiçeğe,bahçeye sadece sınırlı balkonlarında yer bulunabilen, hem de bununla övünülen mekanlar...
Hatta balkonunda havuz olanı var...daha ne ister insan :)
Alt katın balkonuna ister çivileme ister balıklama...bence denemeye değer :)))

Bir arkadaşımın "%1 peşinat ile Venedik'e sahip olma fikri de,isteği de,görgüsüzlüğü de biz Türklere özgü birşey olsa gerek" şeklinde ifade ettiği siteler...
Duyduğum en ilginç cümle de "1+0 daireler" şeklindeydi.
Bir tek ben mi anlamadım bunu merak ediyorum doğrusu :)
İsmi türkçe olmayan kelimelerle sıradışı hale getirilmeye zorlananları saymıyorum artık.

Tüm bunların yanında ismiyle, projesiyle, doğa ile olan uyumuyla, insana değer veren yaklaşımıyla yapılmış yerler yok mu? Elbette var. Onların reklama ihtiyacı yok zaten.
Ben bunların hiçbirine karşı değilim...hatta gayet hoş olduğunu düşündüklerim var..
Takıldığım nokta şu:   

Halbuki ev nedir...neresidir?
İstersen dünyanın en yüksek kulesinde olsun...
İstersen içinden Venedik'in kanalları geçsin...
İstersen sana Babil'in asma bahçelerini vaadetsin.
İstersen herşeyi senin için kolaylaştıracağını ve senin
yaşamaktan başka hiçbir şey yapmana gerek olmadığını söylesin.
Mis kokulu korusunda dolaş, kristal berrak havuzunda yüz,
sevimli cafesinde otur boş boş bak etrafına...

Umutlarını, düşlerini, tutkularını, saçmasapan da olsa hayallerini, mutlu saatlerini yaşamayı, paylaşmayı istediğin...
Tüm kapıları kapatıp alnını onunkine dayadığın anda sadece birbirine kalınan bir yer...

Sevgilinin kalbinin olduğu yerdir ev...
Pink Floyd "open your heart, I'm comin' home" demiş,
bitirmiş zaten olayı...
Kalbini aç, eve geliyorum...
O kalpte bulduklarındır evi yuva haline getiren...

O kalp sevgiyle dolu olsa da soğuksa, yanıbaşındayken bile mesafe varsa,
kendini aşıp sana doğru dönemiyorsa...
O evi istediğin kadar dostlarla uzuuun, binbir çeşitli sofralarla paylaş...
İstediğin kadar dondurmalarla bezenmiş kanepelerle doldur...
Araya bir köprü kurmaya çalışırsın,ama boşluk olduğu gibi kalır...

Ama sadece ve sadece...
Sevdiğinin seninle dolu bir kalbi varsa ortada...
Ve senin şifrelerini biliyorsa...
Ve nasıl yaklaşacağını...
Ve duvarlarını nasıl aşacağını...
Kelebeklerini...gül yapraklarını...papatyadan taçlarını...
çimenlerin ve yaseminlerin kokusunu...saçlarına dolan karıncaları...
seni gülümseten delice aptalca şeyleri...
biliyorsa...o kalp bunu bildiği kadar yuvadır...

Daha ne evi, ne sitesi, güvenliği, alarmı, bahçesi, balkonu, havuzu diyorsun, istiyorsun!
Gerçekten anlamıyorum.


Sevgili Sistem...
Bana "Git o zaman, ne halin varsa gör" mü diyorsun?
Allah razı olsun...
Şükranlarımla...
Evet işte bu...
Ne halim varsa göreyim...
Ama ben göreyim, ben bileyim...

Pompalama, yönlendirme,ödülle cezayla dayatma, 
dışarda bırakmaya çalışma...
Korkutma...
Ben seni olduğun gibi kabul edeyim, sen de beni...

Söz sana arada bir dondurma yerim bir ısırık...
Ama iftarda o şişeden doldurmazsam bardağıma, kızmak yok...

Anlaştık mı?

                                                                       ♥




    Let love rule...




















22 Mayıs 2012 Salı

Reklamlar - 2.bölüm

Dekorasyon anlayışı çimenlere uzanıp gelincikleri kucaklamak noktasında kalmış bir insanın dekorasyon dergisi neyine :)))
Valla ben almamıştım, kurye getirmiş,kimin yolladığı belli değil.
Ama benim reklamlar konusundaki düşüncelerime katkısı oldu...
Şöyle ki...
Geçen gün paylaştığım 1.bölüm'de içecek reklamlarından sözetmiştim.
http://merininaynasi.blogspot.com/2012/05/reklamlar-1bolum.html

Bir de müthiş dondurma reklamları var :)
Hazzı arttırmanın tek yolu o dondurmayı yemekten geçiyor...muş...
Hafta içi işten geldiğinde, koltuğa uzanmış tv izlerken...
Haftasonu dinlenirken, kitap okurken, maillerine bakarken...
O dondurmayı yedin, yedin...
Yoksa keyif almayı falan unut...
Eksiksin, yarımsın, azsın...
Zaten sen hazdan ne anlarsın !!!

Tabi bir de o dondurmayı yemenin bir raconu var.
Belli bir giyim tarzı, belli bir duruş oturuş...
Hatta belli bir kanepe...
Özellikle o dondurmayı yerken duyduğun hazzı maksimize etmek için tasarlanmış bir kanepe...
Yan tarafı buzdolabı...
Bi açıyorsun, içi her çeşidiyle dolu...
Ama reklamındaki kızın ayakkabısı ayağına 2 numara büyüük...
Napıcaz???
E bakmayıver...
E ama görüyorum...ve gülüyorum...
Reklamın ne büyüsü kalıyor, ne hedef kitlesi...
Hadi geçmiş olsun...
Üstelik ben dondurma aramam bile, kırk yıl yemesem...
Sevmem mi? Yoo severiim...

Limon, karadut, biraz da karamel.
Şimdi say bakalım bildiğimiz dondurmanın içinde neler vardır.
Peki bizim imaj dondurmamızın içinde neler vardır?
Tadı aynı mıdır? Bence değildir...
Nostaljiden, ahh çocukluğumun dondurmaları muhabbetinden daha farklı birşeyler...
Ama tadı aynı değil işte. 
Al işte yine trende uyamadım, demode oldum, napıcaz :/

Kanepeyi beğendim bak ama... 
Yok gerçekten güzel...
Hayalimdeki değil ama...olsun...
Ben yalnızca hazzın arttırılmasının dondurmaya bağlanmasına karşıyım.
Peki ne olacak?
Sevdiğinle yanyana, kardeş kardeş otururken,
sadece başını çevirip burnunu bir an için omzuna gömmek...
iki evrenin tüm yıldızlarıyla, çarpışmadan, birbirini dağıtmadan, rekabete kalkmadan, birbirine nüfuz etmesini hissetmek...
sonra da elindeki yasemin kokulu kitaba geri dönmektir hazzı arttırmak...
Bunu kırk kasa dondurma yesen sağlayamazsın...


Aaa bi saniye...
Yoksa bu reklamları hayatlarındaki bu boşluğu ne yapsalar dolduramayanlar mı yapıyor?
Ah yapma...çok üzülürüm...
Çünkü bu çok ama çok büyük bir boşluk...

Acaba tüm yiyecek içecek sektörü bu gerçek üzerine mi inşa ediliyor?
Hayatlarındaki boşluğu, ruhlarındaki yırtığı bir türlü tamamlayamayan, onun yerine midelerini doldurarak tatmin olmaya çalışan insanlar... 


Kendileri olmaktan ne zaman vazgeçtiklerini hatırlayamıyorlar.
Başkalarının gerçeklerini kendilerininmiş sanarak devam edebileceklerini sanıyorlar...
Ve belki de bir ömür bu sanal gerçeklerle geçiyor.
Dillerinde hep bir boşluk, konuşuyorlar ama, nereden kaynaklandığını görmeye yetecek kadar içlerine odaklanmadan...

Bu mudur hedef kitle...
Çok yazık...

Dekorasyon dergisi diye başladık, nerelere geldik.
Nisan başından beri henüz ortasına bile gelemedim.
Her sayfada takılırsan gelemezsin tabi ,normal :)


♥ 


Let love rule...



15 Mayıs 2012 Salı

Reklamlar - 1.bölüm...


Reklamları izlemeyi seviyorum.
Ardındaki yaratıcı zekayı hissetmek anlamında.
Tek sorun...genelde reklamı yapılan ürün aklımda kalmıyor.
E bu da onların sorunu :)

Ben reklamda müziği, görselliği, espriyi seviyorum...
Ve verdiği duyguyu.
Sattığı ürünü de beğenebilirim, neden olmasın...
Yalnızca dayatmalar beni rahatsız ediyor.

Şunu ye...bunu iç...
Orada gez...burada alışveriş et...
Şurada yaşa...burada otur...bununla görüş...
Bunu oku...onu izle...şunu dinle...
Bu araba...o marka...şu destinasyon...
Yoksa...
Yoksa ne?

Marka versem ne olur vermesem ne olur, hepimiz biliyoruz zaten.
Reklamlarında haftasonlarını yemekle eşdeğer tutan bir içecek.
Direkt aile değerlerinden yola çıkarak pompalıyor.
Haftasonu geldi mi, eş dost ya da büyük aile...
Sofrada toplanılacak ve sofra illa ki binbir çeşitle donanacak.
Yanında da o güzelim içecek olacak.
Olmazsa toplanmanın ne anlamı kalır, değil mi...yani !?

Mideler "yeter artık, daha fazla doldurma beni" diye yalvarırken
yukarıdan tıkıştırılan mamalar.
Üstüne iç bi güzel...hoop gitsin...
Ha bunun bir de ramazan versiyonu var ki, hiç sorma...
Böyle ağıır bir müzikle başlayan reklam,
orucun son dakikalarını canlandırıyor.
Son saniyeler...bekleyiş...
Vee ezan okunmasıyla, amanın bir cümbüş, eğlence,
haydi açılsın kapaklar, elden ele gezsin şişe...
Aç karnına iç bi güzel...şifa olsun...

Sanmayın ki belli bir ürüne ya da markaya taktım kafayı.
Değil valla :)
Bu konsepti ister içeceğe, ister fast food markasına, ister çıtır çerezlere uygula...
Neredeyse tüm gıda sektöründe durum bu.
Anlıyorum, bu sektörde başarı, izleyenin o ürünü canının çekme katsayısı ile ölçülüyor.
Ağızlar ne kadar sulanırsa, başarı o kadar büyük.
Bir teorim daha var...
onu daha sonra  "Reklamlar - 2.bölüm"de paylaşacağım :)

Bilmiyorum ki, ben mi çok klasikçiyim...hatta demodeyim...
Aileye tamam...çoluk çocuk hep birlikte dostlara...
en çok da sevdiğime...itiraz yok...
Peki bir arada olmanın olmazsa olmaz koşulu
tıkabasa dolu bir sofra mıdır?

Ya kırmızı, siyah ve beyazın verdiği keyif?
Domates, peynir, zeytin... muhteşem üçlü :)
Kekik, fesleğen...az sızma...
Ayrı ayrı da kokuları güzel, ama bir araya geldiklerinde bambaşka.
Vazgeçilmez tamamlayıcısı çay ile elbette.
Günün her saatinde kahvaltı...bayılırım...
Ve tadı sevdiklerinle daha iyi çıkar...



Mesela mesela...
Sabahın erken bir saatinde iskeleden demir almış...
Güneş tepenin ardından yeni yükseliyor.
Gölgesi suya vuruyor.
Önünde uzanan deniz, kıvrımlı coğrafyanın içinde ve dışında dümdüz...
Ve bazen esintiyle çok hafif ürperirken...
Ve ürpertirken...hem tenini hem içini...
Nasıl oldu, buraya ışınlandık mı, diye birbirine bakınan,gülümseyen bir grup seven...

Duyguları yumruğu kadar kalbine sığmayan biri...
Olduğu gibi nasıl ifade edeceğini bilememenin içe kapanmasıyla sessizleşen biri...
Duramayan, oturamayan, sonra konuşamayan...
Gittikçe daha da susan ve tek çareyi sabah güneşinin ısıttığı ahşaba uzanmakta bulan biri...

Sadece güneş... 
Sadece deniz...
Sadece rüzgar... 
Sadece zeminin omurgayı yatıştıran sertliği...
Sadece gördüğü dağlar...
Sadece yosun kokusu...
Sadece dudağına kadar ulaşan denizin tuzu...
Sadece dümenin gıcırtısı...
Sadece güneşin yüzüne dokunması...
Beş duyu...Dört element...
Hepsi kendisi...
Hepsi sevgisi...


Ve denizin üzerinde...
aylarca okumamakta nedendir bilinmez inat etmişken
-ona sorsan inat değil tabi-
arkadaşının eline tutuşturmasıyla okumaya başladığı,
kapağı alev alev yanan bir kitabın sayfalarında karşısına çıkan yasemin kokusu...
Geçmiş, an ve gelecek yok olmuşken...
Herşeyi geride bırakmış
ve kalan herşeyi de
her nefesinde canında taşıyorken...



Tam bu anda... minicik mutfakta, üç hamlede,
dünyaları hazırlayan çok sevilen bir dostun sesi:

"Kahvaltı hazııır!"


Muhteşem üçlü fesleğen yatağında...
Tüm zamanların en tatlı kahvaltısı...
Daha tatlısı yok mudur?
Olmaz mı :)

Konumuzun özü şudur ki...
Tüm reklamlardaki en güzel ziyafet sofralarını verseniz,
hiç bu anın yerini tutabilir mi...
Ve o müthiş içecek... 
Dostluğun sıcacık doğasını bize verebilir mi...


♥ 


Let love rule...





5 Mayıs 2012 Cumartesi

Hıdrellez ve Sümer'deki Kökeni...


Bu kar, soğuk ne zaman bitecek derken bahar geldi...
Cemrelerle birlikte adım adım, kendi zaman anlayışında hissettirdi bize gelişini...
Nisan ayının ve o harika pırıl pırıl yağmurlarının ardından mayıs ayına girdik.
Mayıs bizi Hıdrellez ile karşılıyor.
Bu gece görünüşte ayrı birer gül fidanına iliştireceğiz dileklerimizi...
ya da fidanın dibine toprağa gömeceğiz.
Ama o dilekler aslında nasıl da "bir"...
ve o gül dalı nasıl da aslında "biz"iz...
Hepimiz yazarak, konuşarak, düşünerek yaratıyoruz değil mi...
Bunun farkına varalım artık...

Hıdrellezi düşünürken Sümerlere bakmadan geçmemek gerek...
İlk-el'den neler anlatmışlar Hıdrellez için...

Sümer ekonomisi tarıma dayalı olduğundan, onlar için tarımla ilgili konuların en önemlisi, ülkelerinde bolluk ve bereketin olması idi.
Bunun için onlar Aşk Tanrıçası İnanna ile Çoban Tanrısı Dumuzi'yi evlendirirlerse, onların verimlilik gücünü ve ölümsüzlüklerini paylaşacaklarına ve bu yolla ülkelerinde bolluk ve bereket sağlayacaklarına inanmışlardı.
Bu inanca uyarak Sümer şair ve ozanları onlarla ilgili uzun bir efsane yaratmışlar ve bunu yazıya geçirerek zamanımıza kadar ulaştırmışlardır.

Hikayeyi kısaca özetleyelim:
Aşk Tanrıçası İnanna ile Çoban Tanrısı Dumuzi bir çok zorluktan sonra evleniyorlar.
Bu evlilikten sonra Tanrıça yeraltı dünyasına gidiyor.
Fakat orası "gidip de dönülmeyen ülke".
Kurala göre, Tanrıça olmasına rağmen, yeryüzüne bırakılmıyor.
Bilgelik Tanrısı Enki 'nin yardımı ile İnanna, kendi yerine birini göndermek üzere yeraltı yaratıkları ile dışarı çıkıyor.
Her gittiği yerde Tanrı ve Tanrıçaların kendisinin yokluğunda çuvallara bürünüp yerlerde sürünerek yas tuttuklarını görüyor ve hiçbirini göndermeye kıyamıyor.
Fakat kocasının bulunduğu şehre gelip onu karısının yokluğuna aldırmayarak keyifle tahtında oturduğunu görünce büyük bir kızgınlıkla "alın bunu" diyerek yeraltı yaratıklarına veriyor.

Hatice Kapudere'nin
mozaik çalışması
Daha sonra yaptığına pişman olan fakat kocasının cezasız kalmasını da istemeyen Tanrıçanın yardımıyla, Dumuzi'nin kızkardeşi Rüya Tanrıçası Geştinanna'nın kardeşi yerine yarım yıl yeraltında kalması Tanrılar meclisinde kabul ediliyor. Böylece Dumuzi kış aylarında yarım yıl yeraltında kaldıktan sonra bahar zamanı dışarı çıkıp tekrar karısı ile birleşiyor.
Bu birleşmeyi ilerleyen devirlerde zamanın kralı ile başrahibe evlenerek kutluyorlar.
Bunun için büyük törenler yapılıyor. Yeni bir yıl başlamış oluyor, ortalık uyanıyor, ağaçlar yeşilleniyor, hayvanlar çoğalıyor.
İşte bu törenlerde okunmak üzere kralın ve başrahibenin veya Tanrı ve Tanrıçanın ağzından birbirlerine karşılıklı söylemeleri için aşk dolu, sevgi dolu şiirler yazılmış ve bunlar bestelenerek şarkı haline getirilmiş.
Bu törenler Sümerin kutsal bereket kültünü oluşturmuştur.

Sümer Aşk Tanrıçası İnanna, Akadlarda İştar, İsrail'de Astarta, Yunanlılarda Afrodit, Romalılarda Venüs adı altında saygı görmüş ve varlığını sürdürmüştür.
Takvimimizde yer alan Temmuz ayının adı da Dumuzi'den kaynaklanmaktadır.

Kutsal evlenme törenleri İslam dünyasında da iz bırakmıştır.
Ancak dini unsur olarak değil de, Leyla & Mecnun'da olduğu gibi efsane kahramanları olarak yer bulmuştur.

Hıristiyanlar arasında İsa'nın yeryüzüne çıkması, bereket getirmesi inancına dayanan ve yumurtalarla kutlanan Easter/Ostern yortusuyla kutlanır.
Ortadoğu'nun birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye'de de  yapılan ve Hızır ile İlyas Peygamberlerin buluşmasını temsil eden Hıdrellez şenliklerinin kökeni de yukarıdaki öyküye dayanır.


Kısa özet haline getirilmiş olan efsane çok ilginç detaylarla dolu.
Konuya ilgi duyanların Sümerolog Sayın Muazzez İlmiye Çığ'ın başta "Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sumer'deki Kökeni" olmak üzere kitaplarını okumalarını öneririm.





♥  



Let love rule...