Bu Blogda Ara

13 Mart 2016 Pazar

İSTANBUL'UN SAKLI GEMİLERİ

İstanbul…
Tarihin her döneminde önemini koruyan eski bir kent…
Yüzyıllar içinde çehresi değişip gitgide dev bir metropol haline dönüşürken, en önemli sorunlarından biri de ulaşım oldu. Bunu çözmeye yönelik girişimlerden biri, Marmaray ve metro projeleri idi.
Proje aşaması 1998 yılında biten Marmaray'ın inşasına 2004 yılında başlandı. 

2005 yılında, Boğaz geçişinin Avrupa tarafından karaya çıktığı yerde, Sirkeci ve Yenikapı'daki istasyonların inşası sırasında açığa çıkan arkeolojik bulgular üzerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü izniyle İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü başkanlığında arkeolojik kazılara başlandı.

İstanbul tarihinin en kapsamlı arkeolojik kazılarına dönüşen bu çalışmalar sırasında, merkezi bir istasyonun kurulacağı Yenikapı'da -1 metre ile -6,30 metre arasında, Erken Bizans Dönemi'nin en büyük limanı olan Theodosius Limanı gün ışığına çıkarıldı.



Theodosius Limanı, Roma İmparatorluğu'nun büyüyen yeni başkentinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere Marmara Denizi kıyısına I. Theodosius (379-395) tarafından, Lykos (Bayrampaşa) Deresi'nin ağzına yaptırılmıştı. Derenin taşıdığı miller sonucu işlevinin önemli bir bölümünü yitirmiş olmasına rağmen, küçük gemi ve teknelerin barındığı bir liman olarak 11. yüzyıla kadar kullanılmaya devam edilmişti. 


Bu durum kazılarda elde edilen ve 7-11 yüzyıllara tarihlenen gemi kalıntılarından anlaşılmaktaydı. 3 ayrı bölgede sürdürülen kazılarda Marmaray kazı alanında 13, Metro kazı alanında 22 olmak üzere değişik ölçü ve tipte 5-11. yüzyıllara tarihlendirilen 35 tekne kalıntısı gün ışığına çıkarıldı.



İstanbul’daki tek sistematik arkeolojik kazı olan Fikirtepe kazıları, kentin Neolitik geçmişine ilişkin önemli veriler sunmuştu. 

Yenikapı ise, tarım toplumunun ve ilk yerleşimlerin ortaya çıktığı Neolitik dönemin İstanbul’daki yerleşim tarihini aydınlatan bir başka kanıtı olmaktan öte, 2700 yıllık bir geçmişi olduğu sanılan tarihi yarımadanın geçmişinin aslında 8500 yıl öncesine dayandığını gösterdi.


Bu da dünya tarihini değiştirdi diyebiliriz.
8500 yıllık bir şehirde yaşıyoruz. Bize inanılmaz bir kültürel miras bırakılmış. Bunları korumak bizim boynumuzun borcu.


                                                          
Yüzlerce yıl boyunca, yerin metrelerce altında, herkesten habersiz, bir gün yeniden gökyüzünü görebilmeyi beklemiş gemiler...

Ve onlara baktığında, iç dünyasına herkesin gördüğünden farklı şeyler yansıyan bir sanatçı...
Necati Badem…

2001 yılında Marmara Üniversitesi A.E.F. Resim – iş Öğretmenliği grafik ana sanat dalından mezun olmuş. Meslek hayatına resim öğretmenliğiyle başlamış. Seramik sanatına duyduğu ilgiyi, "8 yıldan beri seramikle uğraşıyorum. Birçok sanat dalına ilgim var. Seramik de bütün dalları içerisinde barındırıyor. Çünkü renk, fon, heykel ve bir düşünce var. Bir proje var içerisinde. Bunlar beni seramiğe yönlendiren unsurlar oldu. O yüzden bundan sonraki sanat yaşamımı seramikle sürdüreceğim" şeklinde anlatıyor.



İstanbul’un Saklı Gemileri…

Sanatçı, bugüne kadar duyduğu, hissettiği, öğrendiği herşeyden biriktirdiği noktaları bu gemilerle ve amforalarla birleştirerek bir hayal kurmuş...











Ve tek tek, renk renk, detay detay uğraşarak bu eserleri ellerinde yoğurmuş, adeta tarihi yeniden dokumuş...

Sergideki eserler, kazılar sonrasında günümüze en sağlam ulaşmış Yenikapı 12 ve 18 numaralı batıklardan yola çıkılarak yapılmış. Seramik sanatı ve enstalasyonun bir araya gelmesinden oluşuyor.





“Sergiyi hazırlamam, yaklaşık 2,5 yıl sürdü. 
22 tane batık gemi yaptım. 
      



1000'in üzerinde kırık ve sağlam amfora, yaklaşık 120'nin üzerinde renk denemesi yaptım.                                                              




Bu sergi arkeolojiyle ilgili. Toplam 23 parça var. Limanı anlatan çalışma 50x100cm ebadında. 



Ayrıca, 11 tane 47-50cm arasında değişen büyük gemi ve 11 tane de 37-47cm arasında değişen küçük gemi var"

AKRAPOL


Sanatçı çalışmalarını kalıp kullanmadan yapmış. 
Form olarak benzerlikler görülse de hiçbir parça diğerinin aynısı değil.

THEODOSIUS


Her biri tek tek işlenmiş, herbir gemi, herbir amfora birbirinden farklı.


MIRO

“Kendi sanatımda sorduğum iki soru var: nasıl bir coğrafyada yaşıyoruz ve nasıl bir tarihe sahibiz. İzleyicilerin de bunu görmesini algılamasını istiyorum. Benim sanatımda coğrafya ve tarih çok önemli. Ülkemiz coğrafyasındaki antik şehirleri, tarihi mekanları ve bu mekanlardaki coğrafi dokuyu bulabilir izleyiciler.” diyor.

İSTANBUL
VAN GOGH



“Her çalışma benim için bir resim oldu. Bu kültür mirası sadece bize ait değil tüm dünyaya ait”, diyen sanatçı, eserlerindeki renklerle dünyanın önde gelen ressamlarına göndermeler yaparken, gemileri adeta bir tual olarak kullanarak, o ressamların kullandıkları özgün renklerle onlara atıfta bulunuyor.

TEOS



“Türk arkeolojisine ve resmine büyük katkıları bulunan Osman Hamdi Bey'i,  küçük bir kaplumbağa ile anlattım. 

OSMAN HAMDİ BEY

Miro’yu taşlarla anlattım. Rembrandt’ı kullandığı renklerle anlattım. Herbirine özgü küçük detaylar, kimisini renklerle anlattım.”

REMBRANDT


Cemal Reşit Rey Konser Salonu fuaye alanındaki "İstanbul'un Saklı Gemileri" isimli sergi, 13 Mart'a kadar görülebilecek.

HAREM









11 Mart 2016 Cuma

Mart Kedileri Sergisi...

...uyumanın, gerinmenin, keyiflenmenin, 
tembelliğin kitabını ben yazarım, başkaları okur...




Kedi deyince aklınıza ne geliyor?
Mırrrlamasıyla, yumuşaklığıyla, sıcaklığıyla 
insanı rahatlatan huzur veren küçük canlar…
Hepsi bu mu !




Eski Mısır’da tanrıçadır mesela… 

Tanrıça Bastet tanrıların tanrısı Ra’nın kızıdır… 
İnternette okuduğum çeşitli kaynaklarda, 
başta cinsellik ve doğurganlık tanrıçasıyken, ölüleri koruma, ölenlerin başarılı ya da başarısız olduklarına karar verme, yağmur yağdırma, hastalara, özellikle de çocuklara iyileşmeleri için yardım etme özelliklerine ek olarak, güneş, ay, analık ve aşk Tanrıçası                                   haline de geldiği yazmakta.                       


Evcil kedilere ait keşfedilen ilk tarihi bulgular, 4 bin yıllık antik Mısır çizimleriydi. Çin orta bölgesinde yer alan Quanhucan adlı köyde yapılan kazılarda bulunan 5300 yıllık fosiller, kedilerin insanlarla sanıldığından daha uzun zamandır birlikte yaşadığını öne sürdü.

Kamil Masaracı

Kediler evcilleştirilmemiş aksine evcil olmayı tercih etmiştir. Onların bu doğal bencilliği, bir çok kedi severin yakından bildiği gibi günümüzdeki kedi davranışının da temelini oluşturmaktadır.

Binlerce yıldır varlıklarıyla bizlere mutluluk veriyorlar. İnanışa göre, kedi miyavladıkça evin içi tanrıçanın insanlara hediyesi sayılan neşeyle doluyor.
Kedi mırrrlamasının iyileştirici gücü konusunda bilimsel araştırmalar yapılmış ve çok ilginç sonuçlara ulaşılmış…





Bir de komik kedi videoları var. J
Indiana Üniversitesi'nden yardımcı doçent Jessica Gall Myrick, 
yaklaşık 7000 kişiyi kapsayan bir araştırma yapmış. 

Bunun sonucunda insanların öfkeli ve gergin anlarda, bu videoları izledikten sonra kendilerini daha az endişeli ve kızgın hissettikleri, videoların  olumlu duygular verdiği ve insanların daha enerjik hale geldiği, beyindeki düşüncelerin iyi duygularla özdeşleştirildiği tespit edilmiş.



                                                                        ♥ 

Malum mart ayındayız…J
Bundan bir 10 gün önce Mart Kedileri isimli bir sergi haberi gördüm.

Kamil Masaracı

Tam da her perşembe yogaya gittiğim Caddebostan Mira Yoga’nın çok yakınında.
Ürün Sanat Galerisi, Göztepe Parkı’nın hemen karşısındaki sokakta…

1995 yılının nisan ayında açılmış.
Galerinin sahibesi Günay Pesen bizzat bir kedisever.
Ürün de, kedili bir sanat galerisi…
Günay Hanım’ın, evdeki kedisinin dışında galeride de bir kedisi var,
onun da ismi Ürün J


5 sene önce tanışmışlar, maalesef bir patisini kaybetmek üzereymiş, tamamen olmasa da biraz olsun kurtarabilmiş paticiğini. O günden beri Ürün, Günay Hanım’dan hiç ayrılmamış. 
Küçük bey, tam bir ev sahibi ciddiyeti içinde galeride yaşıyor.

Ürün Sanat Galerisi’nde, Mart Kedileri sergisi bir gelenek haline gelmiş.
Tam 15 yıldır her mart ayında görmek mümkün.

Nusret Topuzoğlu

Sergiyi büyük keyifle gezdim…
İlk dikkatimi çeken resmin, sanatçı Nusret Topuzoğlu'na ait olması benim için harika bir sürpriz oldu. Kendisi ve eşi Canan Hanım ile yıllar önce Dragos'ta karşılıklı dairelerde oturuyorduk. Onları sadece bir ressam olarak değil, hayatlarında da kedilere geniş yer veren bir aile olarak tanıyorum.

Leyla Tekbulut


Sergide her sanatçı,  kedi figürüne kendi özgün yorumunu katarak eserini ortaya çıkarmış.

Ülkü Oktay

Çalışmalara aralarındaki farkları gözlemleyerek, onları yapan sanatçıların kalbinde kedinin yerinin ne olduğunu anlamaya, hissetmeye çalışarak baktım.



Resim dışında kedili takılar, kedi karikatürleri, kedi bebekleri de var.


Gürbüz Doğan Ekşioğlu

♥ 


Sergi 30 Mart 2016 tarihine kadar gezilebilir.

Galeri Pazar-Pazartesi günleri dışında hergün 12:00-18:30 arası açık.

Sarıgül Sk. Arzu Apt. No.2 Kat.1 Daire.5
(Göztepe Parkı yanı)



♥ 


♥ 

let love rule...



5 Mart 2016 Cumartesi

Fenerbahçe Parkı

Eskilerin bazı semt isimlerini söyleme şekli farklıdır hani.
Annanem ‘Kadıköyü’ne’ gitmek, derdi örneğin. 
Bir diğer örnek de Fener Bahçesi’dir.



Osmanlı döneminde önce Kelemiç (Kalamış) olarak bilinen bölge,
1562’de, yarımadanın batı ucunda bir deniz feneri yapılmasının ardından, Fener Bahçesi (Bağçe-i Fener) adını alır, bağlık, bahçelik bir mesire yeri olarak bilinir.
Fenerbahçe Burnu’ndaki ufak köprüyü aştıktan sonra, küçücük bir adaya geçerek şehirden sanki aniden koparsınız.
Bu adada İstanbul’daki en güzel parklardan biri olan Fenerbahçe Parkı bulunur.

Yöredeki ilk fenerin Bizans Dönemi içinde Fenerbahçe Yarımadası’nın batı burnuna yapıldığı sanılmaktadır.

Efsaneye göre burada, Hera ve İreas olarak adlandırılan kayalıklara yakın bir yerde, Sasani istilasıyla yıkılana kadar, tanrıça Hera’ya adanmış bir tapınak varmış. Bu kayalıkların üzerine bir ateş kulesi yapılmış.

Parkın tarihi Bizans dönemine kadar uzanıyor. Bizans saray bahçeleriyle ilgili günümüze ulaşmış çok fazla kaynak olmasa da, Sarayburnu'ndan sonra İstanbul'daki en önemli Bizans saray bahçesi, Osmanlı döneminde de önemli bahçelerden biri olmayı sürdüren Fener Bahçesi'ymiş.
Bizans döneminde ise İmparator Konstantin, Fenerbahçe'ye bir kilise yaptırmış.



527-565 yılları arasında hüküm süren Justinianus ise karısı Theodora için bu semtte bir yazlık saray, üç hamam ve bir kilise yaptırmış ve bu parkı da sarayın bahçesi olarak kullanmışlar.
Tarihçi Prokopius burası için,  “Dünyanın hiç bir yerinde, bir saray için seçilebilecek bu güzellikte bir kara parçası yoktur”demiş.

Justinianus, Fenerbahçe’nin Eutropi Limanı’na (Kalamış Koyu’na) bakan ve lodos tutmayan tarafına üç sıra kürekli, üç kadırganın yanaşabileceği bir mendirek yaptırmış. Dört köşe kalın, büyük taşlardan yapılmış olan mendirek dört metre eninde, kırk metre boyunda olup, denizden bir metre yükseklikteymiş.


İstanbul’un fethinden sonra bahçe, saray ahalisi tarafından kullanılmaya devam etmiş. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın burayı sevdiğine ve ziyaret ettiğine dair bilgiler mevcut.
Osmanlı dönemi kaynaklarında “Bağçe-i Fener“ adı ile 1570 senelerinde kullanıldığı yazılı.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Recep 969 (Mart 1562) tarihli bir fermanından, bugün Fenerbahçe Burnu dediğimiz o zamanki Kalemiç Burnunda çalışan bir fener olmadığı ve ilk defa onun zamanında inşa edildiği anlaşılmakta.
Eremya Çelebi Kömürciyan 1661’de yazdığı “İstanbul Tarihi” isimli kitabında buradan,
“ …denizin içine atılmış metin bir temel üzerinde yekpare bir heykel gibi yükselen kulenin tepesinde yanan ve gemileri kayalara çarpmaktan korumak için her gece sabaha kadar bir yıldız gibi parlayan” diye bahsetmekte.
Bugünkü Fener binası 1837’de II.Mahmut zamanında yenilenmiş ve daha sonra da zaman zaman tamir edilmiş. Zeminden 21 m. yükseklikteki yuvarlak kulesinin üzerinde, iki ayrı kat halinde etrafı parmaklıklı gezinti yeri bulunmaktadır, diyerek konunun tarih ile ilgili kısmını tamamlayalım…


                                                                        ♥ 

Ben bu parka yıllar önce bir sabah erken, yoga yaptığım arkadaşlarımla birlikte gitmiştim.
2012’de bir mayıs sabahıydı, büyük bir erguvan ağacının gölgesinde keyifle yogamızı yapmıştık. Parkta dolaşırken gördüğümüz gelincik tarlasına bayılmıştık.

burası orası...

Eski bir balıkçı barınağı olduğunu çok sonra öğreneceğim, merdivenlerden inerek ulaşılan, denizin hemen kıyında bir cafeye gidip kahvaltı etmiştik.
Hepbirlikte yaşadığımız en güzel anılarımızdan biridir.
O gruptaki arkadaşlarımızdan birini, Yeşim’i 8 ay sonra sonsuzluğa uğurlamak zorunda kaldık.
Ben o cafeye ve o parka bir daha hiç gitmedim.

o mayıs sabahında Baraka Cafe...

                                                                       ♥ 


İki hafta önce bir başka arkadaşımın paylaştığı keyifli bir fotoğrafına tav olup, dedim biz de bir kahve içelim mi orada... neresi olduğunu bilmeden sormadan…
Çok büyük şaşkınlık oldu benim için Baraka’nın o yıllar önce gittiğim yer olduğunu görmek…
Biraz değişmiş, sağ tarafı yine taşlık olarak kalırken, ki ben o halini daha çok seviyorum, sol tarafı düzenlenmiş, zemini kaplanmış vs.
Haftaiçi, öğlen saatlerinde, hava ister güneşli, ister puslu olsun, insana kendini çok iyi hissettiren bir yer…

                                                                       ♥ 


O günden sonra sık sık gittim parka, her seferinde farklı yönlerine dikkat ederek.

Bunlardan biri köprüden ada tarafına geçmeden önce sağda bulunan, Belgin Doruk, Ayhan Işık ve Sadri Alışık’ın “Küçük Hanımefendi” filminin setini canlandıran heykeller… yönetmen koltuğundan tutun da kameraya, ışıklara kadar düşünülerek detaylı bir biçimde çalışılmış…


"Küçük Hanımefendi" film seti canlandırması...


Gördüğüm bir başka ilginç şey, yazının başında anlattığım parkın tarihini merak etmeme sebep oldu.
Ufak bir yapının çatısının ballıbaba çiçekleriyle kaplı olduğunu gördüm.
Onlara odaklanınca binayı gözüm görmedi.
Sonra farkettim ki, bu minyatür bir hamam.
"Fenerbahçe Parkı’nın ortasında hamamın ne işi var ?!" sorusu, beni bu yazıyı hazırlamaya kadar götürdü.

restorasyon konusuna hiç girmiyorum !!!


                    Ve yaşamı, sokakları paylaştığımız diğer canlılar...


Parkta yürürken karşılaştığımız, binbir suratlı karakterli kediler...







Bazıları pofuduk, bazıları tırsak...
Bazıları sevilmek için pozlarda...
Bazıları, hayatı tespih yapmışım sallıyormuşum modunda...



Ağaç, çimen, kırçiçeği, deniz kenarı… 
Bu şehrin karmaşasında insanın birazcık nefes alabilmesi, 
birazcık kendine kaçabilmesi için yeterli sebepler…



Fakat bu parkta ağaçlar sadece ağaç değil, adeta tarihi eser…





Önce 150, sonra 250 ve devamında 650 yaşında sakız ağaçları görünce, kendimi sadece doğanın değil, tarihin, İstanbul’un kadim tarihinin içinde hissettim. Bu sakız ağaçlarının herbiri anıt ağaç statüsünde.





Şimdilerde herbirinin dallarına yeniden cansuyu yürümüş ve tomurcuklanmış…


Ben doğanın sadece ilkbaharda açan çiçekleriyle veya sonbahardaki sararan kızaran yapraklarıyla değil,
kış aylarındaki çıplak, kuru, renksiz haliyle de muhteşem olduğunu düşünüyorum.

Mevsimlerin döngüsünü izlemeyi, buna göre yaşamayı seviyorum.
Hiç anlam yüklemeden, ilkbaharın neşeye, sonbaharın hüzne sebep olduğunu, yağmurun göklerin gözyaşları olduğunu düşünmeden...



Fenerbahçe Parkı bunları sevinçle ve huzurla yaşamak için 
çok uygun bir yer...

♥ 



♥ 

let love rule...