Bu Blogda Ara

31 Aralık 2016 Cumartesi

HEY GİDİ 2016...

2016 çok büyük acılarla geçti...
Üzüntüden şişmiş kalplerimizi nerelere sığdıracağımızı bilemediğimiz günler yaşadık...
Sanki o bombalar canımızda patlamışçasına, kamyon çarpmışa döndüğümüz günler pek çok oldu...

Tüm bunlar yaşanırken hayatıma giren çok büyük mutluluklar oldu...
Bir şekilde beni ayakta tutan, fabrika ayarlarıma toparlayan, hadi bir umut, bir gayret diye ayağa kaldıran... Bunları görmezden gelirsem haksızlık ederim...







Oğlumla ilgili mutluluklar...Ve sanatla, seramikle, müzikle, sporla ilgili...
Evde gitar sesiyle uyanmak, birlikte çalıp söylemek;













yeni bir lisanın konuşulması,
(hem yabancı dil hem de ergen lisanı anlamında 😊);














yeni bir sporun antrenman programını takip etmek 🏐;

artık lisede devam eden okul hayatına, aile birliği bölümünde aktif olarak çalışarak dahil olmak;











fotoğraflarla günlük tutmak, yazdıklarımı blogda toplamak; 
bu sırada insanlara hayatlara hafifçe dokunarak geçerken,
onları gerçekten "gördüğünü" hissetmek hissettirmek...













Herbiri ile birlikte hayatıma giren yeni insanlar,
yeni dostlar, yeni paylaşımlar,
yeni duygular, yeni ilhamlar, yeni yaratımlar...












Eski birkaç dostun nasıl inanılmaz şekilde derinleştiği,
birlikte yaşananların hiçbir maddi değerle tanımlanamayacak kadar tatmin edici hale dönüştüğü zamanlar...














Geçmiş yılın muhasebesini yaparken,
gidenler, geçenler, kalanlar, gelenlerle...













İnsanın kendini tanımlarken kullandığı kelimelerin değişmesi...
Ve...
Hayatının altının üstünden daha kötü olmadığını görmek...
Nefesimizin yettiği kadar...











Ben bunlara şükretmeyeyim de ne yapayım...



Herkesten herşeyden öte,
öncelikle kendimize gülümsediğimiz günlerin bol bol olduğu,
sağlıklı bir yıl diliyorum hepimize... 
mutlu, umutlu, sevgi dolu yıllar...




   Let love rule...  



P.S. fotoğraflar 2016 yılı boyunca Instagram hesabımda yayınladığım karelerden oluşmuş seçkidir...


10 Aralık 2016 Cumartesi

YAZMACILIK... KAPALIÇARŞI'DA GÜNLERDEN BİR GÜN... (1.bölüm)

Geçen yıl gittiğim seramik kursuna ek olarak, 
bu yıl yazmacılık kursuna da başladım...
Beylerbeyi Sabancı Olgunlaşma Enstitüsü'nde, Tahsin İstengel hoca ile...
Kendisini geçen mayıs ayında Feneryolu Halk Eğitim Merkezi’nin yılsonu sergisinde tanıdım. 
Sergi bünyesinde ahşap baskı workshopu yapmıştı ve biraz sohbet etme imkanı bulmuştuk.
Feneryolu'ndaki workshopa katılanların yaptığı kollektif baskı çalışması


Tahsin Hoca KüçükAyasofya'daki atölyesinde
Bir kitapta okumuştum, öğrenci hazır olduğunda,öğretmen ortaya çıkar, diyordu. Bu kısacık sohbetten edindiğim izlenim neticesinde, sadece ahşap baskı konusunda değil, sanata, zanaata, el emeğine, geleneksel olanla modern zamanı ve imkanları birleştirme konularına bakış açısından çok şey öğreneceğime inandığım bu hocayı takip ederek açacağı kursa katılmaya o gün karar verdim.
Tahsin Hoca, Ortaköy Elsanatları Pazarı'nı kuranlardan biri ve yazmacılığın kaybolmaya yüz tutan sanatlardan biri olmasından etkilenerek, 1987 senesinde Berrin Küçüka ile bu işe başlamış.


Yazmacılık, çeşitli boyalarla, genellikle keten, pamuklu, ipekli, en çok da tülbent üzerine, elle çizilip resmedilerek veya oyulmuş ahşap kalıplarla basılarak yapılan bir kumaş süsleme sanatı.
Desenler, ağaç kalıplara, kalıp ustasınca bir nakış gibi işlenerek aktarılıyor. Bu oyma işi büyük sabır ve el becerisi istiyor haliyle. Herkes yazmacı olur ama, kalıp ustası olamaz, sözü bence bu işin değerini anlatıyor. En güzel kalıplar ise sulak yerde yetişmiş ıhlamur ağacından oyuluyor. Bu sanat yemenilerde, bohçalarda, örtülerde ve günümüzde moda olan otantik kıyafetlerde ve hatta pareolarda kullanılmakta. 
Nurten Ercan Coudrains
Kandilli yazma deseni tablosu
Geçen zaman içinde çeşitli nedenlerle şekil değiştirerek ne yazık ki yaşama savaşı vermekte. Türünün en güzel örnekleriyse Tokat’tan çıkmış. Geçmişte İstanbul'un sahil bölgelerinde, özellikle Kandilli'de çok yapılmış ve Kandilli yazmaları olarak on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda boyalarının parlaklığı, malzemesinin dayanıklılığı ve desenlerinin güzelliği ile çok beğenilirmiş. Kandilli’den başka, Samatya, Kumkapı, Üsküdar semtlerinde de yapılmışlar. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde İstanbul yazmacılığından bahsetmiş...

Nurten Ercan Coudrains
Kandilli yazma deseni tablosu
Bugün İstanbul’da ve Anadolu’nun birçok bölgelerinde devam eden yazmacılıkta, zamandan ve işçiden tasarruf etmek amacıyla kontur ve fon baskıları için emprimecilik tekniği olan “film baskı” sistemi uygulanmakta. Desendeki diğer renkler kalıpla basılarak el baskı havası verilmekte, böylece yazmacılık sanatında el ile “tahta kalıpla” baskı özelliği yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır. Bu sebeple bu zanaatı öğrenecek ustalara ulaşmak da artık zorlaşmış, ben bu anlamda Tahsin Hocaya rastladığım için çok şanslı hissediyorum kendimi.


Kursun ilk günlerinde genel olarak yazmacılık nedir, 
dünyadaki örnekleri nelerdir, 
memleketimizde dünden bugüne ustaları kimlerdir, 
bugün neden yaşam savaşı vermektedir konularında, 
görsellerle desteklenmiş olarak çok detaylı bir şekilde girdik konuya... 
Ne tür aletler kullanıldığı ve kesme oyma teknikleri hakkındaki 
ilk çalışmaların ardından Tahsin Hoca bizi 
çalışmalarımız için ihtiyacımız olan malzemeleri 
bulabileceğimiz yerleri kapsayan bir geziye götürdü.

Grup sabah 10da Beyazıt'ta buluştu. Direkt deniz istikametinde yokuştan Gedikpaşa'ya indik.
Etrafımız, derici, çantacı, ayakkabıcı ve bunlar için gerekli olan kesme aletleri, zımbalar, çıtçıtlar, tokalar satan dükkanlarla doluydu.
Hansel & Gretel'in ormanda yollarını kaybetmemek için geçtikleri yollara ekmek atmaları gibi, ben de her gittiğimiz yerin, sokağın, hanın, pasajın kapısının bacasının fotoğrafını çeke çeke devam ettim.
Pek çok konuda olduğu gibi bu işte de sadece bilginin değil görgünün artması da çok önemli. O anda nasıl kullanacağımızı bilemesek de, aradığımızda nerede bulacağımızı bilmemiz iyi olur. 
Foto malesef net değil, fakat bu tabelanın
durduğu noktayı çok seviyorum, o yüzden ekledim.
Çadırcılar Caddesi üzerinde
Gedikpaşa'dan tekrar Beyazıt'a çıkıp Kapalıçarşı tarafına geçtik,
ama Çarşı'ya girmeyip düz devam ettik. Yağmur altında, iki tarafı tezgah ve dükkânlarla dolu bir sokaktan yürürken, bir anda sağ koldaki bir kapıdan girip kendimizi çok yüksek tavanlı, ferah bir binada buluvermek sürpriz oldu.
Polonya pazarı diye bir yer...
Yeni Polonya Pazarı...
2006 yılında yıkılarak yeniden yapılmadan önce, samuray kılıcından tutun, ninja yıldızına; kelebek, sustalı, döner bıçağı gibi her türlü delici kesici aletten, Doğubankta olmayan Rus ordusundan çıkma gece görüş dürbünlü tankçı başlıklarına varana kadar çeşitli enteresan ürünün bulunabildiği, müdavimi bol bir pazarmış... 
Şimdiyse matkap ucu, parmak freze, torna kalemi, somun, civata ve bilumum mekanik parça ile dolu bir yer, ki biz de zaten kalıp yaptığımız malzemeleri keserken kullandığımız maket bıçağı ve bisturi gibi aletlerin uç bıçaklarını almaya gelmiştik.



Ne enteresan yerler...
Bir bilenle gitmesem nerde ne vardır çözmem mümkün değil...








https://www.instagram.com/can_antik/



Oradan çıkıp, yolda giderken bir yandan gözüme giren kareleri kaçırmamaya,
bir yandan da şemsiyeme mukayyet olmaya çalışarak yağmurda bata çıka ilerlerken, Tahsin Hocanın peşisıra daracık ve çok sakin bir sokağa girdik... Köşede bizi bu güzellik bekliyordu:

Can Antik...


İçeride binbir çeşit detayla kendi içinde bir ahengi olan, huzurlu bir dükkan...
Dükkan sahibi İbrahim Can, 1970 tarihinde, sanata olan merak ve ilgisinden dolayı Siirt'te eski elişi malzemeleri hobi olarak toplamaya başlamış. Bu merakı zamanla ticaret haline dönüşmüş.


Çadırcılar Cd. Lütfullah Sk. No.28/28A


Dükkandaki, mangallara, porselen, seramik ve cam ürünlere, avizelere, eski kıyafetlere, şişelere bakmaya doyamadık, insan zamanın nasıl geçtiğini anlamaz burada.






İbrahim Can ve Tahsin İstengel


"Yaklaşık 40 yıldır Kapalıçarşı'da bu işi yapmaktayım, kültürümüzü ve tarihimizi yaşatmak için mücadele vermekteyim." diye anlatıyor. 







Devam edip Kapalıçarşı'ya Lütfullah Kapısı'ndan girdik...

Kapının ismi o an dikkatimi çekti...
Lütfullah Kapısı...
Allahın lütuf kapısı...
Gerçekten de Yaradan'ın lütuf kapısından geçiyor olabilir miydik?
Kimbilir...
Tuhaf bir duygu, ama o günden beri kendimi o kapıdan geçmiş gibi hissediyorum, öyle kabul ediyorum...

Öyle bir dükkanın önünde durduk ki, dış tezgahı içerisinden daha kalabalık...

Haşimi Mücevherat...

Takıdan otantik kıyafetlere, kopuzdan kaska, aynadan kılıç/kalkana kadar binbir türlü eşya satan bir dükkan... Mümkün olan, boş olan her noktaya birer çivi çakılıp algılamakta zorluk çektiğim şeyler asılmıştı...
Bu  dükkanda tavandan resmen sitarlar sarkıyordu !

Bizim asıl ilgimizi çeken ise ahşap baskı desen kalıplarıydı... İnce elişçiliği ile gözlerimizi ayıramadığımız Afgan kalıpları... Kimisi sadece bir küçük çiçek boyutunda, kimisiyse 25x30 cm ebadında ve çok zarifler...

Haliyle fiyatlar soruluyor, hesaplar yapılıyor... Yine de insan pazarlık etmeye kıyamıyor... Ben kendi acemi halimle yaptığım köpükten balık kalıbıma paha biçemezken, bunlar için nasıl pazarlık edeyim... 

Tahsin Hoca hep şöyle söyler: herşeyden önce, yaptığın işe, kendi elinin emeğine saygı duyacaksın, kıymetini bileceksin... sanırım bu sözü o gün o dükkanın önünde çok daha iyi kavradım...




Buralar anladığım kadarıyla Çarşı'nın biraz daha ücrada kalan köşeleri, yoksa Yarım Taşhan sokakta o gün kapalı olan bu dükkanın vitrinine insanların yapışıp hayran hayran bakıyor olmaları gerekirdi :) Telkari işler ve özellikle gemiler çok çok güzeldi. Vitrinde aydınlatma olmayınca, fotoğraflar net çıkmadı malesef...



En darmadağın ve yığma gibi duran köşede bile bir zenginlik vardı...
Nazar boncukları... bozuk paralar... gaz lambası camları... kültablaları... biblolar... hatta hatta bir pan flüt !!!






https://www.instagram.com/ersari_store/
Tahsin Hoca önde, biz arkada ilerlerken gözler 360 derece çevreyi inceliyordu ki, bu şahane yastıklara takıldım... Ama nasıl takılmayayım, Gustav Klimt, Pablo Picasso, Joan Miro, Van Gogh, Marc Chagall tablolarından detaylarla süslenmiş broderi yastıklar...

Ersarı Store...

Hele hele o Rosina Wachtmeister kedileri, o renklerin canlılığı muhteşemdi... Ersarı Store 10 senedir Kapalıçarşı'daymış.
Sadece yastık değil, üzerinde bu desenlerin bulunduğu, çantalar ve hatta aynı kumaşla yapılmış tablolar da satıyorlar.

Ressam Basmacılar Sk. No.45


Çok az ilerlemiştik ki, bu kez de Silk Shop ile karşılaştık... 35-40 yıldır Kapalıçarşı'da bulunan bu dükkanda, Denizli Buldan'dan gelen krem rengi pamuklu kumaşların sadeliği ile geleneksel Antep kuşaklarının renkli çizgileri çok hoş bir uyum içinde duruyordu raflarda... 15 yıldır bu dükkanda çalıştığını söyleyen Murat Bey, bu kumaşların tamamen doğal kök boya bitkileriyle renklendirilmiş ipliklerle dokunduğunu anlattı...
Silk Shop...        Yağlıkçılar Cd.No.116


Bir çok dükkanın önünden geçerken bazıları insana daha yakın geliyor. Aynı sokak üzerinde birbiri ardına bu görsellikle ve renk cümbüşüyle sarhoş durumdayken, bu cam lambaların etkisi farklı oldu... Bu kez renklerle değil, formları ve işçilikleriyle çekti beni...

Ünsal Hediyelik 25 yıldır bu elişi cam lambaları yapıyor, modellerini kendileri tasarlıyor ve ayrıca yurtdışına da ihraç ediyor. 
Ünsal Hediyelik...          Yağlıkçılar Cad. No.84


Özellikle özellikle, bu lambaya hayran oldum... 60 parça üçgen cam bir araya getirilerek yapılmış bir lamba... Yıldız tetrahedron formunda... 


Yıldız tetrahedron deyince kutsal geometri konusuna girmemek olmaz, 
fakat şu anda bir yandan grubu gözden kaybetmemeye çalışırken 
bir yandan da bu dükkanlara yıldırım hızıyla girip selam verip iki kelam edip, 
birkaç fotoğraf çekerek hafızama kaydetmeye çalışmakla meşgulüm :)


Kapalıçarşı Gezimizin 2.Bölümünde asıl sebeb-i ziyaretimize geleceğim...
Ben yazımı hazırlayadurayım, sizler de Tahsin Hoca'nın yazmacılığın öyküsünü anlattığı bu kısa videosunu izlersiniz :)





♥ 

Let love rule…


11 Kasım 2016 Cuma

SANCHEZ’İN ÇOCUKLARI... nereden nereye... *


İnsanın ilgisini, merakını neyin tetikleyeceği ve takıldığı konunun kişiyi nerelere götüreceği hiç belli olmuyor.  Yıllardır bildiğin bir şey, bir an geliyor gözüne/kulağına başka türlü dokunuyor.
Bir süre önce, birkaç arkadaşımla ortak paylaşımlı müzik listemize göz attım, kimse yeni parça eklemiş mi diye… Evet, eklenmişti… 
Şarkı başladı, gözlerim kapandı, frekansa girdim… 
Dinleyen ortaokuldaki kulağımla şimdiki bilincimdi… 
Herbir vuruşu kalbi sarsan bir şarkı… 
İlk duyduğumdan beri beni ayrı etkilemiş olan bir şarkı… 
Fakat bu sefer değişik bir şey oldu… Daha bir derinlerde bir noktanın varlığını hissettirdi… 
Sebebini merak ettim ve yolculuk başladı J


Sanchez'in Çocukları, ABD'li antropolog yazar Oscar Lewis'in 1961 yılında yayımladığı toplumsal romanıdır. Özgün adı The Children Of Sánchez olan 518 sayfalık roman Türkiye'de ilk kez 1971 yılında basıldı.
Kitabın tanıtımında, alt başlık olarak "bir Meksikalı ailenin otobiyografisi" cümlesi kullanılmaktaydı. Antropoloji doktorasını Columbia Üniversitesi'nden almış olan Oscar Lewis yoksulluk ve sefalet kültürü kavramını ortaya atan bir bilim adamı ve yazardı. 1970'te 56 yaşında öldüğünde arkasında bıraktığı 6 eserin tamamı da Meksikalı ve Porto Rikolu yoksul insanların yaşamları ve sorunları üzerineydi.
1961 yılında yayımlandığında, romandaki kişilerin ağzından Meksika Hükümeti ve devlet adamlarına yapılan eleştirilerin dozu ve üstelik kitabın bir yabancı tarafından kaleme alınmış olması nedeni ile Meksika'da basılması ve satılması yasaklanmıştı. Ancak bu yasak sadece birkaç yıl sürmüş, gelen baskılar üzerine Meksika hükümeti romanın Meksika'da basılmasına izin vermişti. (Vikipeki J )



Kitap 1978’de  ABD Meksika ortak yapımı biyografik dramatik film olarak çekilmiş. Senaryosunu Oscar Lewis'in romanından, Cesare Zavattini ile birlikte yazan Hall Bartlett aynı zamanda filmin yönetmenliğini ve yapımcılığını da üstlenmiş.
Başlıca rollerinde Anthony Quinn, Dolores del Rio, Katy Jurado ve Lupita Ferrer'in oynadıkları filmde büyükanne rolünde oynayan Meksika asıllı uluslararası film yıldızı Dolores del Rio'nun (1905 -1983) 50 yıllık sanat hayatının son filmiymiş.

Mexico City'nin gecekondu mahallelerinden biri olan 'Tepito' da yaşayan yoksul bir Meksika köylü ailesinin dramı… Ailenin reisi olan 50 yaşlarındaki Jesus Sanchez, karısını çocukları daha çok küçükken kaybetmiştir.  Çocukları Manuel 32, Roberto 29, Consuelo 27, Marta 25 yaşındadır… 
Dört çocuğu ile birlikte, yoksul bir evde yaşamakta ve güç ekonomik koşullar altında hayat mücadelesi vermektedir... Gururlu bir adam olan Sanchez, oturduğu gecekondu mahallesinde ailesini bir arada tutabilmek için büyük zorluklara katlanarak tüm umutsuzluklara rağmen mücadelesine devam eder...



Filmin müziklerini yapan Chuck Mangione Amerikalı bir trompetçi. Aynı zamanda flügelhorn da çalan müzisyenin, film için üç hafta içinde besteleyip yorumladığı müziklerinde bu enstrümanın sesi son derece karakteristiktir. Filmle aynı adı taşıyan bu parça Mangione'ye Grammy Ödülü getirmiş. Mangione bu parçası ile Golden Globe'a da aday gösterilmiş. 


Şimdi buraya kadar olan kısım kitabın genel konusu… Asıl ilginç olan, yazarın yaklaşımı… Antropolog Oscar Lewis “yoksulluk kültürü” teorisinin oluşturulmasına katkısıyla ve ailelerle direkt görüşmeler yaparak kentsel yoksulluğun kökenlerini araştırmasıyla tanınıyor.
Pek çok araştırma yoksulluğun sebeplerini ekonomik ve politik faktörlere dayandırmaktayken, o, yoksulların davranış biçimleri gözlemlenmekteydi.



Yoksulluk kültürü, sınıfsal katmanlardan oluşan kapitalist topluma karşı yoksul bir tepkidir. Lewis sadece Meksika’da değil tüm dünyada, sınıfsal ayrışmaları, yoksulluk kültürünün kaynağı olarak görüyordu.
Sanchez ailesinin kendileriyle konuşmak için tam anlamıyla izin vermesi sayesinde,  Oscar Lewis de bu bilimsel teoriyi araştırma olanağı buluyor ve dayanılmaz derecede “gerçek” insanların dünyasına adım atıyor. Bu bakımdan Lewis, bir taraftan araştırmasına devam ederken, eş zamanlı olarak bu dramatik kitabı yazarak, onların seslerini duyurmaya çalışıyor ve bu konuyu gündemde tutmakta son derece önemli bir rol oynuyor.

Yazar 1969 yılında yazdığı bir makalede şöyle anlatıyor: 
“Mexico City’de Jesus Sanchez ve çocuklarıyla çalışmaya başladığımdan beri (1956) onüç yıl geçti. 1961 yılında kitabımı yayınladıktan sonra bile çalışmalarım sona ermedi ve aileyle görüşmelerim devam etti. Sürekli temas halinde olduk ve onları ziyaret etmediğim bir tek yıl bile olmadı. Bu arada hayatlarında pek çok önemli değişiklik meydana geldi. Yaşanan en önemli dramatik olay en yakın akrabaları olan, teyzeleri Guadalupe’nin ölümü idi. Benim kitabımdaki yan karakterlerden biri olmasına rağmen, Sanchez ailesinde çok önemli bir yeri vardı. Dahası kendisinin, eşinin ve komşularının mahallelerinde yaşadıkları hayat belki de “yoksulluk kültürünü” Sanchez ailesinden çok daha iyi temsil ediyordu. 1962 yılındaki ölümünün ardından Meksika’ya dönerek olayın aile üzerindeki etkilerini araştırmaya başladım.”
Böylece Lewis, Manuel, Roberto ve Consuelo Sanchez kardeşler ile teyp kaydı aldığı görüşmeler yaparak onlara teyzelerinin vefatını ve cenaze törenini anlattırır.

Tüm bu bilgileri derlemek için pek çok yerli ve yabancı kaynak okudum. Bazıları duygusal anlamda çok ağır geldi. Durup düşündüm, İyi de beni bu konuya bu kadar çeken şey nedir, hala anlayamıyordum. Bir şarkıdan tetiklenerek girdiğim yolda, ne tarafa gideceğimi göremiyordum.

Sonra bir şey oldu…

Uzun zamandır haberleştiğimiz lise kızlar grubumuzdan Alev Eren Bubik, “bugün çok mutluyum kızlar” yazdı. Kuzini bir fotoğraf bulmuş, tam 84 yıl öncesinden bir fotoğraf… Babaannesi Alev’in babasına hamile iken çekilmiş… 
Fotoğrafta hamile anne (babaanne), asker kıyafetiyle tezat oluşturacak derecede tatlı bir tebessümle baba (dede), sandalyeye çıkarılarak boyu yükseltilmiş, keyifli olduğu (bence) minik ayağının duruşundan belli bir oğlan çocuğu (amca) ve anneciğinin karnında, aileye katılmayı bekleyen bebek (baba). 
Alev dönüp dönüp baktığını söylüyor fotoğrafa; gözleri dolu dolu: "Niye bilmiyorum ama çok etkilendim." 



Yine liseden arkadaşımız Özlem Yürekli'nin bu konudaki yorumu, bana da Sanchez’in Çocukları konusuna neden bu kadar takıldığıma dair ışık tuttu:
Alevcim, onunla (babaannesiyle) özdeşleşmiş tarafların var sanki, öyle hissettim. Belki bir mektup yazmak istersin ona. Senin tarafından anılmak, görülmek istiyor. Onu anıp, yolculuğunu ve kaderini onurlandırıp, artık kendin olmayı seçebilirsin, tabi eğer istersen. Atalarımız görülmeyi ister. Sevgimizle onları kalbimize alıp kendi yolumuzda ileriye yürümemizi ister.dedi.



Oscar Lewis de , teyzelerinin ölümünü ve cenazesini anlattırarak aileye farkında olmadan aslında, bu ruhsal hesaplaşmayı, yüzleşmeyi yaptırtmıştı belki de. Sadece Guadalupe’nin sonunu değil, son derece trajik yaşam öyküsünü de anlatmışlardı çünkü Sanchez kardeşler ona.

Yaradılışın insana anlamasını istediği şeyleri gösterme yolları karmaşık olabiliyor bazen. Göstermek değil de, görmesini sağlama…
Belki bunların birbiriyle hiçbir alakası yoktur da, bana öyle gelmiştir J
Ama sonuçta bu noktaya geldiğimde içimde bir ferahlama, anlam bulma ve bütünlük hissediyorsam, aradığım cevabı bulduğuma kani olup yaradılışa şükran duymak düşer bana da…

Dede erik yer, torununun dişi kamaşır, derler… 
Hiçbirimiz salt bugünün “ben”leri değiliz… 
Kendilerini teyzeleriyle bulan Sanchez kardeşler 
ve babaannesiyle (kendi sözleriyle) yeni yeni barışmalar ve kabullenmeler yaşayan Alev gibi…
Videoda müzik eşliğindeki filmin başlangıç sahnesini izlerken, temsili anlamda bu duygu sanki gözümün önünde cisimlendi…




♥ 

Let love rule…


* P.S. bu yazının yolculuğu 26 Eylül 2016 günü başlamış, Alev'in aile fotoğrafını almasıyla ancak bugün anlam kazanarak bağlanmıştır.














7 Kasım 2016 Pazartesi

BİR KÜÇÜK SİNEK KUŞU...

Çok uzun yıllar önce Turgutreis’te seramiğe ilk başladığım yıllarda, sembolizme olan ilgim sonucu Kızılderili kültüründe yer alan ve özel anlamları olan hayvanlar ve şekillerle ilgilenmiştim. 

Kızılderili Bilgeliği serisinden
O dönemde sinek kuşları özellikle bana ilginç gelmişti. 10 yıl öncesinin internette bilgi edinme imkanlarıyla, hakkında pek çok şey okumuş ve o minicik bedenleriyle gayet huzurlu olan sinek kuşlarının, kendi bölgelerine yuvalarına bir saldırı sözkonusu olduğunda amansız birer savaşçıya dönüşmelerini ve adeta bir kartalın yüreğiyle savunmalarını müthiş bulmuştum. 
Kızılderili yerlilerin kullandığı şekli kolye olarak tasarlayıp sadece 2 adet yapmıştım, şu anda kimdeler hiç hatırlamıyorum.

Sadece Amerika kıtasında bulunan sinek kuşlarının boyları 6-7cm kadar, ağırlıklarıysa, inanılır gibi değil ama sadece 1,95gr, 2 gr bile değil yani. 



Ağırlıklı olarak çiçek nektarıyla besleniyorlar, özellikle kırmızı çiçekleri çok seviyorlar, uzun ince gagaları sayesinde dar ağızlı çiçeklerin polenlerini taşımakta önemli rol oynuyorlar. 
Parlak tüylere ve gösterişli bir yapıya sahipler. Bu kuşlar sadece kanatlarını saniyede 50/80 kez çırpmakla kalmayıp, aynı zamanda gelen rüzgara ve hava akımına karşı da dengesini sağlayarak havada asılı kalabilmekteler. 
Yine özel yetenekleri sayesinde rahat bir şekilde geriye doğru uçabilmekte ve dikine hızlı hareket edebilmekteler. Üstelik saatte 90 kilometreyi aşan bir sürati yakalayabiliyorlar. Ayrıca sabit bir şekilde sırtüstü ve yan durarak çiçeklerden nektar toplamak, inişe geçmişken U dönüşü ile tekrar yükselerek pike yapma gibi farklı yeteneklere de sahipler. İzlerken biz sersemsepelek oluruz kesin, ama onlara bişeycik olmuyor J


Kanatlarını hızlıca çırpmaları, insanın ağzı kapalıyken ses çıkartmaya çalışmasına benzer bir sestir. Bu yüzden İngilizce'de "hummingbird" (hımlayan kuş) ismini almıştır.
Bunlar sinek kuşlarının fiziksel özellikleri…



                                                                               ♥ 

Turgutreis zamanlarından sonra aradan yıllar geçti. Geçen yazbaşı Amerika’da yaşayan can arkadaşım Banum, İstanbul’a gelmeden önce bahçede sinek kuşları gördüğünden bahsetti, hatta o inanılmaz hızdaki kanat çırpışlarına rağmen birkaç kare fotoğraf yakalamayı bile başarmıştı.

Banu'nun Tulsa'da çektiği fotoğraf
Bunun üzerine ona sinek kuşları hakkında zamanında öğrendiklerimi anlattım. Hatta biraz daha okuyunca çok daha ilginç bilgilere de ulaştım.
Kızılderili sembolizminde barış, sevgi ve mutluluğu ifade ederken, bağlılık, kalıcılık, sonsuzluk ve yaşam döngülerini tasvir ederek hep bir çift olarak resmedilmişler. Yerli Amerikalılar uzun av gezileri ya da başka köylere, bölgelere seyahat etmek gibi önemli olayların öncesinde sinek kuşu görmenin uğur ve iyi şans getirdiğine inanıyorlarmış. Onlara göre ruhsal yardımcıların ve rehberlerin dünya üzerindeki fiziksel anlamda temsilcileriymişler.
Açıkçası bu bilgi kıtalararası uçak yolculuklarından pek de haz etmeyen arkadaşıma moral olmuştu. Bize doğa ile ilişkimizi korumanın değerini hatırlatmış mutlu etmişti.


Yaz geçti, sonbahar geldi...
Sinek kuşu bir kez daha karşıma çıktı...
Hem de başrolde, bir şiir kitabının kapak resmi olarak !


“…bir şiiri henüz yazılmadan önce bilmek...
henüz ilhamı gelmeden, zihne inmeden...
hayatın satır aralarında saklıyken...
bu kitabın yaratım yolculuğunda şahit olduklarım bunlar...”


Böyle yazmıştım arkadaşım Hatice Kara Sıvacı’nın şiir kitabının imza gününü duyururken… Bu devirde şiir kitabı yayınlamak, hem de daha önce yayınlanmış hiçbir eserin yokken, “piyasada” adın duyulmamışken… deli işi, demiştir belki bazıları… sanırım bu da sinek kuşunun özelliklerindendi…

Gergedan Kitabevi imza günü

Bağımsız bir ruh olarak yaşamdan keyif almak, daha çok an’da bulunmak, olumsuzlukları kaldırarak hayata neşe katmak, kolayca uyum sağlamak, uzun mesafeleri yorulmaksızın kat etme yeteneğine sahip olmak… Bunlar Hatice’ye sadece şiirlerini yazarken değil, yayınlanma aşamasına getirene kadar da çok destek olan özelliklerdi.

Tüm bu karşılaşmaların ardından durup düşündüğümde, herşeyin olduğu gibi bu narin küçük kuşların da dış görünüşlerinin ardında taşıdıkları içrek bilgi içimi ısıttı.
Bu bağlamda çeşitli kaynaklarda okuduğum farklı bilgileri de derlemek istedim.



Sinek kuşlarının Şamanizm’de de bizlere mutlak şekilde yardım ve yol göstericilik etmek için bizi bulduklarına inanılır. Hayvan dostlarımız, bizlerden yüzbinlerce yıl öncesinden beri bu dünyadaki varlıklarını sürdürüyorlar ve doğal yaşama hakimdirler.. Doğanın ruhu bazı hayvanları bize yönlendirir ki ondan öğrenmemiz gerekenleri öğrenelim. O yüzden bazı hayvanlara kendimizi daha yakın hissederiz ya da kendimizi onlarla özdeşleştiririz.



Şamanizmde inanç tarihi öncesinden beri var olan bu olguya, kutsal hayvanlar, erk hayvanları adı veriliyor.
Evrendeki her varlık, rüzgar, nehir, bitkiler ve hayvanlar, eğer bu farkındalığa ulaşırsak bizim öğretmenlerimiz, rehberlerimiz olabilirler. Evren, bizimle hayvan ruhları / özleri yoluyla irtibat kurabilir ve öğretebilir. 




Böylelikle hayvan rehberlerimiz, kendimizi yaratılışımızı daha iyi anlayabilmemize, neyi, neden yapmış olduğumuzu daha iyi fark edebilmemize ve gerçeğimizi keşfederek, hayatımızı kendimize özgü şekilde yaratmamıza yardımcı olurlar.



Laural Virtues Wauters


Enerji çalışmalarında sinek kuşu, 3.çakramız olan solar plexus (güneş sinirağı) çakrasını sembolize ediyor. Üzerimizde parlayan ebedi güneş ışığı kadar, bizi besleyen içsel sonsuz ışığı da temsil ediyor. Hayatı kutsal bir masal olarak görerek hayalgücümüzü tetikliyor.



Sinek kuşları bize yaşamlarımızı cesaret, kararlılık ve sevinç ile dönüştürürken imkansızın mümkün olduğunu söylüyor. Ruhumuzun hikayesini yeniden yazmak için hayatımıza tatlılık ve güç getiriyor. Bunun ruhumuzun gerçek amacı ile yeniden bağlantıya geçerek engellerin üstesinden gelmeye dair bir yolculuk olduğunu hatırlatıyor.




♥ 

Let love rule…


Adetimiz olduğu üzere bir şarkı dinleyerek bitirelim mi J