Bu Blogda Ara

10 Aralık 2017 Pazar

MARDİN... VI.Bölüm...


Mardin’e ilk gelişimin Masalcılar Buluşması’na rast gelmesini özellikle istemiştim; zira bu şehir masallarla birlikte girmişti dünyama...
Mardin Müzesi çok büyük gayret ve güzel niyetler ile hazırlandı bu etkinlik için... Bu yıl ikincisi düzenlenen buluşmanın teması Hakikat Kapısı idi...

Aylar önceydi... 
Haziran ayında Judith Malika Liberman’ın masal sohbetlerine gitmiştim...
Masallar etrafında dört gün saatlerce konuştuk, sorular sorduk, cevaplara güldük, düşündük...

Ayrılırken yanına gittim...
Aynı anda “İyi ki geldim / İyi ki geldin” dedik
Sonra “Kimsin...” dedi
“Hakikati arıyorum, masallarda saklı olduğunu biliyorum...” dedim...

Hakikatin peşinde ipuçlarını izlerken karşıma Hakikat Kapısı’nın çıkmasını bekliyor muydum,
karşıma çıkanla yüzleşebilecek miydim,
yıldırım olup göğe yükselecek miydim, 
gördüklerime dayanamayıp aynayı kıracak mıydım,
aynayla birlikte bin parçaya dağılacak mıydım,
dağılmış her bir parçamı toplayıp yeni bir titreşimde yeniden kendimle buluşacak mıydım,
yoksa nihayet kayıp parçamı bulacak mıydım...

O gün kendime bu kadar çok soru sorsaydım, yerimden kıpırdayamazdım herhalde😊  Oysa işte şimdi Artuklu Üniversitesi, Atatürk Kültür Merkezi’nde açılış gecesindeydim... 
Salona girişte beni müzecilik fuarı standından tanıdığım Sadullah karşıladı.... 
Hatırladın mı diye sorduğumda gülümsemesiyle en içten cevabı verdi... 
Canan Budak birkaç sıra önümde oturuyordu... 
Zahit Mungan "yoğunluktan görüşemiyoruz hocam, size mutlaka atölyemi göstereceğim" dedi iki nefes arasında... 
Herkes yerlerini aldığında salon karardı ve perdede Masalcılar Buluşması tanıtım filmi başladı... Açılıştan on gün önce Mardin Müzesi facebook sayfasında paylaştığında, hiç tereddütsüz kimin tarafından yapıldığını anladığım tanıtım filmini izledim... 
Çektiği fotoğraf ve videolarda görselliğin dışında adlandıramadığım birşeyler olan biri... 
Güzel, hüzünlü, büyülü vs gibi tanımlamalarla kısıtlamak istemiyorum. 
Çok özgün bir bakış, baktığı yerde olanı değil de olanın duygusunu bulup yansıtan bir göz: Amar Kılıç...


Sonra salon aydınlanırken bir kuş sesi doldurdu kulakları... Masal Anası Deniz (Soruklu Evren) elindeki kuş düdüğü öttürerek sahneye yürüyordu... Açılış konuşmasının ardından Türkçe, Arapça, Kürtçe, Süryanice, Ermenice, Kazakça, İngilizce, Zazaca, Lazca anlatımlar, masallar, şarkılar ve hatta ninniler ile dalgalanıp dalgalanıp durulduk...


İnsanın yüreğine hitap edenin dil değil, yayılan yansıyan duygular olduğunu gördük... Beni en çok etkileyen an, Mihayel Akyüz’ün masalını anlatmak için eline mikrofonu aldığında, “sanırım salonda benden başka Süryanice bilen yok” demesi oldu.... Birinin “istersen Türkçe anlat” önerisine cevap vermeden Süryanice devam ederek masalını anlatıp bitirmesi ve üstüne tüm masalın bir de Türkçesini anlatması...
Ayakta alkışlamak istedim, o derece beğendim anlatımını...



Sonraki günlerde otuz masalcı Mardin’e dağılarak kah okullarda, 
kah müzede, kah evlerin damlarında, 
kah üniversite salonlarında, kah kafelerde, 
kah avluda, kah kışlada masallarını anlattılar, 
hakikati dünyaya yayma niyetiyle...

Hakikat Kapısı’yla kimler yüzleşti... 
kim ne gördü, kendini mi birbirini mi... 
bunu ben bilmem... 
Mardin bilir...
Mardin herşeyi ama herşeyi gördü çünkü...

Benim en keyif aldığım etkinliklerden biri akşamüzeri Sinek Cafe’nin terasında gerçekleşen Sezai Sarıoğlu şiir sohbetiydi...

Kendisini sadece fotoğraflardan tanırken, geçen Haziran ayında Haydarpaşa tren garında, Kadıköy Kitap Günleri kapsamındaki imza gününde karşılaşmıştık... 
Bazı ruhların her hayatta yakın durması kaçınılmazdır, bizim tanışıklığımız da o türdendi... 

İlerleyen günlerde hep çok güzel anlarda bir araya geldik... Ataşehir parkında ıhlamur kokulu bir sohbet en güzel olanıydı... Ihlamur festivalinde, ceviz ağacının altında bize harika şiirler okumuştu...
Her seferinde “Ekim’de Mardin’de, değil mi” diyerek vedalaştık... 

Bu akşamüzeri sakin bir kafenin terasında, bambu koltuklarımızda oturmuş, bu “delikan”dan şiirler dinlemekteydik işte... O terasta mevcut tüm zihinleri, duyguları Mardin günbatımının huzurunda buluşturan sesiyle anlattı bize...

“sen yenisin galiba; sözcüklerin akşamdan kalma
dünyada kendini yaşayacağın içten bir köşe yok
omzunda eskimiş kuşlar, dilinde radikal bir rüzgar
gülcü çocuk, hayallerinde cimrisin, diyor sana
sen yenisin galiba; ürkekliğin yabansı ve yabancı
cümle kurmakta gecikiyorsun, harflerin serçe
sen yenisin galiba; âşığa bağdat soruyorsun”

Şiirin tamamı için tıklayınız...


Masalcılar Buluşması’nın bir başka özel günü ise Marangozlar Kahvesi’nde yaşandı.... Bu mekanı ilk günümden itibaren çok sevdiğimi yazmıştım önceki kısımlarda... Bugünse burada yol masalları ve Şahmaran anlatılacaktı... 
Masal Anası Deniz (Soruklu Evren) ve Tacettin “Ebuburak” Toparlı... 
Ben Şahmaran’ın peşinde, dönüşümün eşiğinde iken, bu ikili, hayatımdaki Mardin kapısını açan kişilerdir... 

Deniz nisan sonundaki buluşmamızda bana 2016 yılı ilk Mardin Masalcılar Buluşması’nda, Simurg’u bu mekanda nasıl anlattığını adeta canlandırarak aktarmıştı... 
O gün ‘ikincisi beraber olsun’ niyetini yüreğime koymuştum... Ebuburak ise camaltı Şahmaran çalışmalarıyla ışık gönderdi yoluma...
Bu iki yoldaş yaz sonuna doğru yine bir gün Marangozlar Kahvesi’nden Mezopotamya’ya bakarken “yol”un çağrısını duydular ve davete bin cân ile icabet ettiler...
Eylül ayında Antakya’dan yola revan olarak, 25 gün içinde, Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa yollarında 500 kilometreyi yürüyerek, evet bildiğiniz adım adım yürüyerek Mardin’e vardılar... 


Yol boyunca masallar anlattılar, anlattıklarından fazlasını dinlediler... Bazen sıcaktan erimiş asfaltta bazen taşlı tozlu patikada adımlarının ritmik sesi ile kendilerine yüreklerine yürüdüler...

Sonunda Mezopotamya’dan geri yukarı tırmanırken karşılarında yükselen kadim kente bir kez daha âşık oldular ve yol kararını aldıkları Marangozlar Kahvesi’nden Mardin’e giriş yaptılar...
İşte Deniz bugün burada bizlere, konuşurken çınlayan sesi ve kendine has üslubuyla bu yoldan
hikayeler anlattı....
Yol hikayesi çok olur; sanırım bugün bizim nasibimize düşenler, dinleyicilerle birlikte mekanda oluşan atmosfer sonucu onun dışa vurdukları idi...

Aynı yolu, aynı anda, aynı sürede alan iki apayrı insanın, aynı hikayeleri, karşılıklı boşlukları kendi bakış açılarıyla tamamlayarak birlikte anlatmaları çok güzeldi... 
Bu “yol” onların gönüllerinde demlendikçe daha pek çoğunu dinleyeceğiz... 
İki kişi “yola çıkar”, dünya değişir...

Sonra sıra Ebuburak’ın Şahmaran efsanesini anlatmasına geldi...
Baharda ahşap baskı atölyesinde hazırlayıp haziran ayında sergilenen gül bahçesi içindeki Şahmaran örtüm bu anlatım sırasında masanın üzerindeydi... Kendi masalını dinlemek kimbilir nasıl bir duyguydu merak ediyorum... 
Şahmaran anlatmazdı ama hissettirirdi, bu da onun gizemlerinden biriydi...

Yine de sanırım memnun olmuş olacak ki, Ebuburak’ın ardından bir de Kemal Kahraman’dan efsanenin farklı bir yorumunu, bu sefer hikayesini anlatan şiirler ve bestelenmiş melodiler eşliğinde dinlemek istedi... Metin Kahraman’ın gitarı Şahmaran şiirlerine eşlik ediyordu...




Anlatının bitiminde Kemal Kahraman ile sohbet ettik biraz... Şahmaran örtüyü çok beğendiğini, efsaneyi onun gözünün önünde anlatmaktan duyduğu memnuniyeti söylemesi beni çok sevindirdi.... İnsanın yüreğinden geçeni diliyle ifade etmesi ne çok mutlu ediyor... O akşam örtünün aynısını onun için de hazırlamaya söz verdim kendisine...


Güneş yeniden devrini tamamlamış batıdan kaybolmuşken, doğudan ekim ayının dolunayı yükseliyordu... Kahvenin diğer ucunda terasta oturan siyah-beyaz çizgili birine dolunayı çeker misin mesajı gönderdiysem de görmedi, oysa kamera erbabı olan kendisiydi... 
Kahvede Mezopotamya'ya bakan diğer tarafa geçerek, beceriksizce olsa da kendim çektim dolunayı, Mezopotamya’yı ve Şahmaran’ı nefes almadan dinleyen insanları... 




Mardin hakkında duyduğum en güzel tanım, bitmeyen şehir olmasıydı... 
Bunu ilk bölüme de bu ismi koyarak söylemiştim zaten...
Gittim döndüm yazıyorum, ama hala bitiremiyorum... bitmesin de... 
Beni uğurlarken "bence çok geçmeden tekrar geleceksin" diyen insanlara, 
döndükten sonra yenileri eklendi...

Tek kelime etmediğim halde,  içimde zaman zaman artan özlemin basıncını adeta bir barometre gibi hisseden, 
"Senin burda evin olduğunu unutma" diye tam zamanında yetişen hatırlatan dostlar var şimdi...
Aradığım kitabı, "dur ben sana onu bulacam" diyen biri...

Bazen içimden geçeni duymuş gibi, şehre çıkan yolda arabayla giderken video çekip paylaşanlar... 
Başından sonuna kadar adım adım 1.Cadde'den,  Zinciriye'den, Mor Gabriel'den, Atilla Çay Parkı'ndan canlı yayın yapıp orada hissettiren insanlar...

Mardin'den gelip Taksim Meydanı'nda bir telkari standında karşıma çıkan, hiç aklımda yokken bana masal anlattıran, dinlerken durup durup "ne güzel" diye mırıldanan; soğuk ve morali bozuk bir sabahta "geç otur çay alıp geliyorum hemen" diyen, simit-çay-hayat konuştuğum bir arkadaşım var...


Ve Şahmaran var...
Gün geçmiyor ki, bana yeni bir fikir, yeni bir ilham vermesin...
Ah Şahmaran... 
Bugün olan ve yarın olacak olan herşeyin içindesin...
Başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatansın...
Beni aldın sardın, başka nerelere götüreceksin merakla, 
sevgiyle, heyecanla, her anını gönüllü yaşıyorum...

Mardin'e gideli bugün tam 10 hafta oldu... (10.12.2017)
Aradan iki yeni ay ve iki dolunay geçti...
Bu 6 bölümlük yazıyı döndükten kısa bir süre sonra yazıp bitirdim,
ancak hafta hafta, bölüm bölüm yayınlamak daha iyi geldi...
Bu 10 hafta içinde değişen şeyler olsa da, o gün o duygularla yazdıklarımı değiştirmeyi düşünmedim...
Belli başlı birkaç şey dışında kimseye yaşadıklarımı, düşüncelerimi, duygularımı, bendeki yansımalarını anlatmadım; 
bu yazdıklarımdan okusunlar, öyle duysunlar istedim...
Herşeyi anlatabildim mi; hayır, olduğu kadar... 
Zaten 1001 gece de geçse, tamamlanmayacak bir zincirleme masal tamlaması bu yaşananlar...
Zaman içinde olgunlaşarak su yüzüne çıkacak... 

Toprağın su ile karışmasıyla oluşan çamur, şimdi ellerimde şekilden şekile giriyor...
Şahmaran ve Mardin nasıl tezahür etmek istiyorlarsa o şekilde beni yönlendiriyor...
Bir gün bir Şahmaran levha oluyor, başka bir gün güllerin arasında Şahmaran'ın ülkesi, belki bir cami minaresi, belki gökyüzüne salınmış turnaların kanat sesi, belki kehribar renkli o kadim şehrin kalesi...


Vakit tamam olduğunda, hayaller görünür hale gelecek, 
ben yine anlatacağım, yeni bir dille paylaşacağım...


Refik Durbaş'ın bu şiirinin son mısrasını, Mardin'de Zinciriye'den çıkıp 1.Cadde'nin üst paraleli boyunca yürürken, bir pankarta yazılıp duvara asılmış olarak görmüştüm...
Benim yazarak bitiremediğim duygularımı, en sade ve en derin şekilde ifade etmiş...


Dicle ile Mardin’in Kardeşliğine Şiir

Dağ konuşur bulutla
Rüzgâr üstüne...
- Biz adaş değil miyiz?

Vadi konuşur ovayla
Bereket üstüne
- Biz kardeş değil miyiz?

Dicle konuşur dağ ve rüzgârla
Mardin üstüne
- Biz arkadaş değil miyiz?

Şair, sen kiminle konuşursun
Mardin yoldaşın değilse?


Refik Durbaş


💜




   Let love rule...








3 Aralık 2017 Pazar

MARDİN... V.Bölüm...



Ağustos ayı başında gazetede bir haber dikkatimi çekti; Mardin Derik’te bir genç, köyündeki minik atölyesinde engelli hayvanlar için protez ve yürüteç yapıyordu...
Hasan & Yağmur 
Yanında güleryüzlü sıpasıyla (evet gerçekten gülümsüyor) ekrandan bana bakıyordu... Instagramda baktım, böyle biri gerçekten de vardı... Zaten o hafta içinde yerli ve yabancı bir çok kaynak ondan bahseder ve haber yapar olmuştu...

Ağustos sonuna doğru paylaştığı bir fotoğrafa yazdığım yoruma cevaben yazdığı merhaba ile başladı sohbetimiz...
Ve hiç karşılaşmadığım 22 yaşında bir gençten duyduğum “Mardin’de her zaman kapımız açık size” sözüyle yola çıkıp, ismini ilk duyduğumdan tam iki ay sonra, Mardin’in ovaya geniş açı bakan mekanlarından Seyr-i Merdin’de buluştuk Hasan ile...



Hafta boyunca karşılıklı zamanlarımızı ayarladık ve çocuğum kalktı Derik’ten 75km yol geldi otobüsle. Seyr-i Merdin’in en yüksek terasında, karşımızda Mezopotamya, yanımızda Ulu camiin minaresi ve arkamızda kadim Mardin kalesi...


Hasan’ın çocukluğu, gördüğü her malzemede, çöp denip fırlatıp atılan şeylerde, işlevinin ötesinde faydalar görerek, eline alıp dönüştürerek geçmiş...
Ailesi ona hiç “oğlum icat çıkarma şimdi” dememiş olmalı ki, Hasan’daki bu azim hiç sönmemiş...





Olay sadece engelli hayvanları yürütme gayreti değil zaten, insana doğaya hayata bambaşka bir sevgi frekansıyla yaklaşmak...
Sadece yaptığı aletlerle değil, sevgisinin gücüyle şifa verebilir hale gelmek...
Yıllar önce ‘ben senden hoşlanıyorum’ diyen o tatlı kıza, ‘ne hoşlanması yahu, ben daha dünyayı kurtaracam’ diyen bir garip oğul...

Yağmurlu bir gecede rastladığı eşek ile yeni
doğan sıpasını anlattı bana... İsmini Yağmur koyduğu sıpanın annesi doğumdan kısa bir süre sonra ölünce neler olduğunu, onun annesizliğe alışması için nasıl uğraştığını...
Üniversite planlarını, ne tarz bir veteriner olmak istediğini anlattı...

Çok yakın zamanda Turkcell’in Hasan Kızıl’a dair haberleri duyması ve tanışarak katkıda bulunmak istemesiyle hayatında yeni bir sayfa açılmış.... Ekip Mardin’e gelmiş, atölyesinde zaman geçirmişler... 3D yazıcı ve bilgisayar hediye ederek Hasan’ın çabalarını desteklemişler... Ayrıca nasıl kullanması gerektiğini, menüleri ve cihaz bakımını, hangi ortamlarda hangi uygulamaları kullanarak tasarım yapabileceği konusunda bilgilendirmelerde bulunmuşlar... Eğitim ekim ayı içinde İstanbul’da da devam etti... Bu ziyarette yaptıklarını hazırladıkları bir kısa film ile 4 Ekim Hayvanları Koruma Günü’nde paylaştı Turkcell... 


Hasan Kızıl... Hayat Tamircisi...


O gün 40°44’ doğu meridyenleri, 37°19’ kuzey paralellerinin kesiştiği yerde, görünüşte oturduğumuz masada, gerçekte ise geçmiş ile geleceği birleştiren o noktada hayaller ve umutlarla gökyüzünde süzülür gibi geçen birkaç saat...
Yolun bahtın alnın hep açık olsun Hasan...



💜

Ben bu şehre gelmeden önceki zamanlarda farklı kişilerle aramda geçen bazı dialoglardan satırlar şöyleydi...

-Mardin’e geliyorum
-Kaç günlüğüne?
-Bir hafta
-Oo Mardin için çok iyi süre

.........

-Uçak biletimi aldım
-Kaç gün kalırsın?
-Bir hafta
-Bir hafta mı, sıkılmayasın?

İnsanın turist hali şekil 1.a 😊 (Midyat)

Bunları söyleyenler Mardin’de yaşayanlar üstelik...
İnsanlar buraya gelince n'apıyorlar ki? Ateş almaya gelmiş gibi bi kapıdan uğrayıp, üçbeş sıradışı egzotik fotoğraf, bu mu ?
Yine o da hiç yoktan iyi, bir kişi üç kişiye anlatsa hesabı...
Yani bir bakıma “insanın turist hali”...



Bu konuda hiç beklemediğim bir yerden gelen yorumu buraya almak isterim...
İnsanın turist hali şekil 1.b 😉 (Zinciriye)

“Sorumluluk almadan ve tüketiyor olmayı aşan sahici bir ilişki kurmaksızın, insanların, manzaraların, köylerin, şehirlerin önünden, bir dekorun önünden geçer gibi geçilip gidiliyor olması...”

Tam da anlatmak istediğim duyguyu ifade eden kelimeler bunlar...
Bir haftanın Mardin için uzun bir süre olup olmaması, sıkılıp sıkılmayacağım, şehre bakışımla, şehri yaşamak istememle ilgiliydi... İnsanın turist hali için fazla olabilecek bir süre, tüketmeden sahici bir ilişki kurmak isteyen biri için yetersiz bile kalabiliyor...

Deyrulzafaran Manastırı
Büyülü, şiirsel, masalsı, gizemli bir şehir tanımları bana kısıtlayıcı geliyor... Mardin bunlardan çok daha derin bir yaşanmışlığın eseri...
2+2nin 4ten çook daha fazla ettiği bir toprak... İçinde yaşayan herkesin toplamından çok daha yüce bir yer...
Bin yıllarca kan, hırs ve kin dolu savaşlar gören bu topraklardan, böylesine gözle görülür, ruhen hissedilir şekilde sevgi tütüyor olmasına bir sıfat bir tanım bulamıyorum...

Büyülü bir şehir mi sorusunun cevabı, evet olağanüstü büyülü bir şehir...
Ve bence, İstanbul ne kadar büyülüyse Mardin de o kadar büyülü bir şehir... İstanbul'da yaşayıp şehrin sıkıntısını çekenlere ne kadar büyülüyse İstanbul...

Büyülü şehir, masal şehri tanımları bana turistik sıfatlar gibi geliyor çünkü... Turist olarak gelen o şehri solur, büyülenir ve o etkiden uzun süre kurtulamaz... Peki ya "o şehirde yaşayanlar" ?
Onun büyüsü yaşamı kolaylaştırıyor mu, asıl soru bu... Ben bu sorunun cevabına talibim, zor ve güzel yönleriyle... Acısına, kederine, sıkıntısına gözlerimi kapatıp başımı çevirmeden... 

📷Hilal Yaşlı

Mezopotamya’ya yağan karın muhteşem manzarası, kaleye çıkan yokuşlardaki ara sokaklardan birinde yaşayan bir ailenin hayatını kolaylaştırır mı...
Bir şehri yaşamak ile bir şehirde yaşamak aynı şey olamıyor....

📷Hilal Yaşlı


Çarşıların derinliklerinde tanıştığım bir dükkan sahibinin anlattıkları ise yaşamın ayrı bir boyutu... Askerlik için gittiği İstanbul’da 15 sene yaşayıp, Türk Hava Yolları’nda host olarak uzun süre çalışan bu kişi tekrar Mardin’e dönerek evlenmiş, işini kurmuş...
Dönmüş dönebilmiş, şehir hayatının sözümona konforuna kapılmamış...
Geçinmek kolay mı? Hiç değil...
2017 Eylül ayı sonunda Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı araştırma sonuçlarına göre, “ortalama yıllık eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert gelirinin en düşük olduğu bölgeler” listesinde ismi geçen bir il burası....
Fakat az önce bahsettiğim dükkan sahibi özellikle şunu söyledi, “İstanbul’a dönünce anlatın bunu, bunun parayla, kazançla, malını satmakta ilgisi yok; burada insanlar yaşıyor, gelin görün tanıyın... gazetede yazanlarla değil kendiniz görüp yaşayarak öğrenin...”

Gitmeden önce en sık duyduğum soru “korkmuyor musun” idi...
Döndüğümdeyse “nasıldı, bir olay var mıydı” sorusu...
Hayır korkmuyordum, daha doğrusu korkma fikri aklıma bile gelmemişti...
Ve hayır, olay yoktu... Zaten “olay” ne demek ki ?!
Hele ki İstanbul’da yaşayan biri için...
Duvar...
Lokman Açıl ile  Mardin çevre turu yaptığımız gün, minibüsümüz Nusaybin'de polis kontrol noktasında durdu... Olağan bir kontrol...
İyi de İstanbul'da metroya her binişimde (bazen iki kez) polis kontrolünden geçiyorum ben; güvenlik görevlisi değil, polis !
karşısı Suriye...
Kadıköy, Taksim, Galatasaray, Beşiktaş meydanları toma, panzer ve çevik kuvvet ekiplerinin, sıradan günde görüldüğü yerler... İnsan İstanbul’da gezmeye gittiğinde karşısında bunları görünce güvende değil de tedirgin hissetmiyor mu kendini ? 

Mardin’de huzurluydum ve bu hiç bozulmadı... 1.Cadde’den geçerek gece karanlığında otelime gitmek tedirgin etmedi... Aynı saatte Beyoğlu’nda yalnız yürüyemem ben... Başıma birşey gelir diye değil, kendimi huzurlu ve rahat hissetmediğim için...
Bu yüzden tur sırasındaki polis kontrolünde heyecanlanamadım, benim şehir rutinimde var bu kontroller...
Bir gün bir yerde otururken sağımdan bir bomm sesi geldi, refleksle sesin geldiği tarafa baktım... Yanımdaki kişi, korkma bomba değil balon, dedi... Ataşehir’de jetler ses hızını aşarak geçti tepemden gecenin bir yarısı, ondan korkmadım, bundan mı korkayım, yapmayın Allah aşkına...

Mardin’de beni en çok etkileyen iltifatı, cann bir kıvırcıktan duydum:
Senin samimiyetine inandım, dedi... Burada o kadar çok maceraperest gördük ki, anlıyoruz artık kim samimi kim değil, diye devam etti...
Benim de kendime olan kilitlerimden birini daha açtı bu söz...
Belki de kendime sorduğum sorunun cevabıydı...


Sonra siyah beyaz ince çizgili birine, Mardin II.Bölüm'de bahsettiğim Haydar Demirtaş'a bir sohbetimizde bundan bahsettim... Entellektüel, duygusal ve analitik anlamda düşüncelerine değer verdiğim bir insan Haydar... O yüzden acı soruyu ona sormak istedim :

"Sence bu bendeki İstanbullunun doğu romantizmi mi?"

Göz ucuyla bana, göz dolusu Mezopotamya’ya baktı....
Yok değil, dedi...
İki kelime...

Öyleyse durmak yok... yola devam...








💜




   Let love rule...



24 Kasım 2017 Cuma

MARDİN... IV.Bölüm...

Müzenin fuardaki standından aldığım seramik güvercini, kendisini yapan ustaya el öpmeye götürdüm bugün... Daha önce instagramda paylaştığım fotoğrafına “tanıdık geldi” yorumunu yapan Hamdullah Aydoğan... Görünce hiç şaşırmadı, sanki bekliyormuş gibi hoşgeldin dedi... Atölye müzenin arka sokağında, son derece kendine özgü bir yer... Burası bu hafta en sık uğradığım mekan oldu, Marangozlar Kahvesi’nden sonra tabi :)
Hamdullah futbol sevdası ile spor akademisi sınavlarına girmek üzereyken yaşadığı bir sakatlanma sonucunda anında manevra yapıp diğer tutkusunun peşinden gitmek üzere güzel sanatlar fakültesi sınavlarına girmiş bir adam... Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde heykel bölümü olmadığı için resim bölümüne başlamışken, bak şu kadere dedirtecek şekilde açılan heykel bölümüne direkt geçiş yapmış bir adam...
Hayat koştur koştur geçerken bir duran düşünen, merak eden, soru soran, cevap arayan, çözüm
üreten, ‘sahildeki yüzlerce deniz yıldızından birini birkaçını denize atan ve onlar için farketti’ diyen bir adam... Kaldığımız yerden devam edermiş gibi sohbet ederken elinde evirip çevirdiği çamuru bir güvercine dönüştüren, hatta yetinmeyip güvercinin içinde önce bir boşluk oluşturup sonra boşluğu nefesiyle dolduran ve çamurdan yarattığı boşluğa nefesiyle şarkı üfleyen biri...


Çamur, sırlama, kalıp alma, fırın dereceleri derken, konu nasıl oldu da nesli tükenmek üzere olan bıldırcınlara geldi... Sanırım derinlerden gelen bir cikcikleme duydum... Alet çantasına benzeyen, içinde ışıklar olan bir kutu vardı yerde... Kapağı bir açtı ki meğer hazine sandığıymış, minik yumurtalar, bazıları çatlamış, içinden bıldırcın yavrucukları çıkmaya çabalıyor, bazılarının henüz vakti gelmemiş... Tasarım atölyesinde gördüğüm bu manzara karşısında ben ağzı açık...
Çocukluğumuzda on adımda bir bi bıldırcın görürdük diye anlatıyor...
Bıldırcın narin bir kuş, güvercinler gibi çok atak uçabilen bir yapısı yok... Bir havalanmada 10 metre uçup iniveriyor, bunu bir iki üç sefer yapınca da yoruluyor...

Yörede yılda iki ürün alma gayretlerinden kaynaklı anız yakma mecburiyetinden malesef bıldırcınlar da nasibini alıyor... Mardin’de eski yıllara göre çok azalmışlar, yazık...
Hamdullah anız yakma “mecburiyeti” durumuna özellikle vurgu yapıyor... Sadece bu konuyu bile ayrı olarak uzun uzun konuştuk, bilmediğim ne çok şey var...
Sonra kaç tane yetiştirip doğaya salsam kardır diye düşünerek, 10 tane bıldırcın satın almış, yumurtladıkları zaman da yumurtaları alıp kuluçka makinasına koymuş... Benim gördüğüm ışıklı kutu kuluçka makinasıymış yani....
Orada bulunduğum süre zarfında gün gün nasıl büyüdüklerine şahit olmak ne güzeldi...
Geçen sene 35 adet çoğalmış, 22 tanesini doğaya bırakmışlar, geri kalanlar yine çoğalmak üzere Mardin Müzesi’nde barınıyorlar...





Çevredeki ara sokaklarda biraz dolaşıp tekrar döndüğümde atölyede Bedir Tırpan saz çalıyordu....
Küçük seramik güvercin onu dinliyordu...
Arkasındaki kapıdan güzel bir ışık geliyordu... Sokaktan kediler ve fotoğrafçılar geçiyordu... 
Zaman kavramı yoktu... 
Hayat ise bir film şeridiydi...








Bildiğim bir ezgiydi çaldığı... bittiğinde söyledi... dil yarası...

“Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol var ki saygı ve sevgidenmiş
Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol varki sevgi ve şefkattenmiş”

Konuştuk biraz... mahallenin kedilerinden, Mardin’den, müzikten...
Sonra başka bir gün de Masalcılar Buluşması katılımcıları için hazırlanan hatıra eşyalarını paketledik birlikte, ben birazcık yardım ettim sadece... 





Sessiz sakin telaşsız, ama çabucak pratik davranan bir insan... 
Kimse farketmeden işleri yoluna koyan insanlardan... 
Sonra başka bir gün, "bileziğin atölyede düşmüş, buldum sakladım", diye müjde vermeye geldi...
Çok sevdiğim bir arkadaşımın hediyesiydi, benim için çok değerliydi...



Ve başka bir gün yine atölyede otururken, elinde bir kutu ile geldi, burada her bir kutunun içinden hazine çıkıyor... Bir açıldı ki, içinden 41 çeşit malzemeli aşure çıkmaz mı !
Ne mutlu birşey, bu yıl aşureyi Mardin’de yemek nasip oldu... Bir kase aşureye bu lezzeti veren nedir diye düşünmemek elde değil... 
41 çeşit malzeme mi, karan karıştıran eller mi, hazine kutusunu kucaklayıp getiren mi...
Aldık kabul ettik, afiyet şeker oldu valla...
Bolluğun bereketin daim olsun Mardin...

Daha önceki bölümlerde de bahsetmiştim, ben bu şehre gelmeden önce Mardin'e dair pek çok belgesel izledim, onlarca fotoğrafçıyı takip ederek farklı gözlerden Mardin'i görmeye çalıştım...

Yine de hep biliyordum ki, Mardin'i İstanbul'dan görmek ile onun içindeyken görmek arasında çok büyük fark vardır...

Evet fazlasıyla büyük bir fark olduğunu her gün yaşayarak gördüm burada...


Fakat tahmin edemediğim daha ilginç bir detay vardı...
İstanbul'da oturduğum yerden şehrin güzel bir fotoğrafını görmek içimde büyük bir özlem uyandırıyordu...

Ancak buradayken örneğin instagramda bir Mardin fotoğrafı gördüğümde, kapıdan çıkıp o manzaraya kavuşmak...

o sokaklarla kucaklaşmak, Mezopotamya'ya dalmak...

fotoğraftaki insanlarla, çocuklarla karşılaşıp selamlaşmak...

fotoğrafta gördüğün kapıyı aralamak an meselesiydi...



Doğma büyüme Mardinli olanların bu şehre bakışları ile
benim gibi "sonradan görüp" içi Mardin'e akan birinin şehri algılayışı arasında ne gibi farklar vardır;
bunun detayına girmeye çok fırsatım olamadı, küçük sohbetlerde yakalamaya çalıştığım detaylar bunlar...
Ancak her görüşünde ilk sefer görmüş gibi, kanıksamadan, normalleştirmeden, kendi özgün ve kadim halinde kalmasını tercih ederek, evcilleştirmeye çalışmadan sevmek...

İçinde olduğun yerin, içinden geçtiğin abbaranın, bu şehrin bunca yıl sonra hayatıma girmesinin ne kadar özel ve (hadi hazır olun, abartıyorum) ne kadar mucizevi olduğunu bilerek,
her an hissedip, nefesine karışarak, dünyama girmesine izin vererek, yani onunla interaktif yaşayarak, alarak ve aldığım kadar aynı anda vererek...
Bunlar için 47 yaşıma gelmeyi beklemem gerekiyormuş... Sahi Mardin'in plaka numarası da 47 !!! İşin sırrı bu muydu yoksa 😉




Bununla bağlantılı olarak Hamdullah ve bu tasarım atölyesi ile ilgili beni çok mutlu eden birşeyi daha anlatmak istiyorum... 1.caddenin diğer ucunda, kaldığım oteldeydim... Hamdullah’ın instagramda canlı yayın başlattığını gördüm, atölyede yine müzik vardı... Ve bu sefer 1450 kilometre uzaktan izlemek zorunda değildim... “Sakın kesmeyin, uçarak geliyorum” diye yazıp, sanırım gerçekten uçarak aştım caddeyi ve canlı yayına yetiştim... Artuklu Üniversitesi müzik bölümünde araştırma görevlisi olan Mahir Mak’ın elinde saz, karşısında rıbab çalan Rıbabi Koçer Bakır... Caddeden buraya varana kadarki uçuşum neymiş ki, burada parmaklar havalanmış uçuşa geçmiş, nasıl güzel çalıyorlar karşılıklı...



Mahir Hoca’yı ilk kez Mardin’in Sesleri videosunda görmüştüm...
Mardin’in geleneksel üç halk ezgisinin, 48 müzik sanatçısı tarafından Türkçe, Arapça, Kürtçe, Süryanice ve Ermenice olarak seslendirildiği bir kısa film...
Yapımcılığını Nihat Erdoğan’ın üstlendiği filmin yönetmenliğini Cem Barışcan, müzik yönetmenliğini Artuklu Üniversitesi Müzik Bölümü araştırma görevlisi Mahir Mak üstlenmiş.
Mahir Hoca  "müzik yönetmenliğini üstlenmiş" diyerek bir cümlede geçilemeyecek kadar derinden içinde bu projenin...

Bir ay doğdu karşıdan...
Yar bakıyor damdan...
Dalal oy Dalal
Bir kez yanımdan gel geç...
Aklım al başımdan
Dalal oy Dalal...

Bir tel çektim Mardin'den 
Bin ah çektim derdinde...
Le le le yar Sabiha...
Babısor suyu gibi...
Yaş gelir gözlerimden...
Lel le le yar Sabiha...





Yola çıktım Mardin'e
Düştüm senin derdine...
Mevlam sabırlar versin...
Yarini yitirene...





Mardin’in Sesleri için 500 saatlik çekim yapılmış ve 13 dakikalık kısmı filmde kullanılmış...
Proje için bu üç eserin seçimi, notasyonu ve düzenlemesinin yapılması zaten başlı başına önemliyken, bu eserleri farklı dillerde okuyacak farklı etnik yapılardan kişilerin seçilmesi, sıralanması ve bu okuyucuların çalıştırılması, ayrıca farklı dillerde seslendirilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması da hep Mahir Hoca'ya ait... 

Stüdyoda ve seslerin kayıt aşamasında bulunarak, 48 okuyucunun yer aldığı bir projenin uyumlu bir şekilde kotarılması için sadece iyi bir müzisyen, iyi bir organizasyon yeteneği yeterli değil... 

Ben Masalcılar Buluşması'nın kapanış gecesinde Mahir Mak'a gösterilen sevgiye ve saygıya bizzat şahit oldum... 



Ancak bulunduğu şehirdeki insanların ve müzisyen dostlarının bu derece sevgisini saygısını kazanmış olan bir kişinin, geceli gündüzlü 1 senesini vererek ve sadece müzisyen kimliğini değil, insana ve şehre duyduğu sevgiyi ortaya koyarak yapabileceği bir iş bu...



Müze müdürü Nihat Erdoğan şöyle anlatıyor:
“Mardin’in Sesleri projemizi hazırladık. Müze personeli ve gönüllülerin desteği ile bütçesi olmaksızın yaklaşık 1 yıl sürdürülen çalışmalar neticesinde ortaya çıkan filmimizde, kültür varlıklarının yanı sıra somut olmayan kültürel miras taşıyıcıları da görünür kılındı. Bir arada yaşama kültürüne, kültürel çeşitliliğin zengin yapısına ve kardeşlik ortamına vurgu yapıldı.
Mardin kültür-turizm rotaları da göz önünde bulundurularak çekilen filmde, Mardinlinin kültürel mirasına yönelik farkındalığının artması ve bu mirasın tüm dünya tarafından tanınması hedeflendi.”

Filmin bir bölümünde bir grup genç, antik bir köyün kalıntıları gibi görünen bir mekanda, ellerindeki bir ritim enstrümanını çalıyorlardı... O enstrümandan yayılan sesi duyduğum anda hayran oldum...
Mekan: Bilale köyü
Enstrüman: Erbane
Çalanlar: Mustafa Ulutaş ve Mardin Gençlik Merkezi Erbane Topluluğu

23 Nisan akşamı ilk izleyişimde videoda bu enstrümanı gördüğümde aldığım kararımı uygulamak biraz zaman aldı... Şimdi 6 ay sonra, nihayet Faysal Macit’in erbane atölyesinde öğrenciyim... Masal devam ediyor ve hayatıma yeni kahramanlar
akıyor, atölye arkadaşlarım, ilk tanıştığım Dicle...
Tam ne güzel isim derken, Midyat’lı olduğunu öğrenmek...
Ve ve... Devamını anlatmayacağım, bana kalsın, şu an sadece yaşamak istiyorum bu masalı...

Kendi adıma bu filmi henüz bir kez bile gözlerim dolup akmadan izleyemedim... Mardin özelinde tüm Anadolu’nun hala keşfedilmeyi bekleyen unsurları olduğu duygusu çöküyor yüreğime her seferinde...
Yüzeysel kalmadan, üç beş fotoğraf çekip evine dönmeden, anlamaya, dinlemeye, işitmeye, görmeye çalışarak bakmak...
Bunun için fiziken bir ömrü Mardin’de, Van’da, Bitlis’te, Bingöl’de, Diyarbakır’da geçirmek gerekmiyor; bu tamamen frekansını buna ayarlamakla ilgili birşey...

Belki de bu filmin tetiklediği birşeydi 
taşlarımı yerinden oynatan, içimdeki bu güçlü titreşimi başlatan...
Baktığım manzaranın netleşmeye ve 
detay yüzlerini göstermeye başlamasını sağlayan...
Taşlar yerine oturdu mu, hayır henüz değil 
ya da belki zaten artık hiç oturmasın... 
Fikirler, kanılara ve yargılara varmasın, 
esnek, akışkan olsun...
Gözler ve kulaklar ilgili ve sevgili olsun...

Öğrenecek çok şey var...






💜




   Let love rule...

19 Kasım 2017 Pazar

MARDİN... III.Bölüm...

İstanbul’da yaşadığım yer olan Ataşehir son yıllarda eski Ataşehir olarak anılıyor... 
Eski denmesi, daha batıda yeni sitelerin yapılmasından ve odağın o tarafa kaymasından dolayı... 
Oysa eski denilen Ataşehir 25 sene içinde özellikle parkları, ağaçları ve sokak hayvanları ile kıvama gelmiş bir yer...
Hadi Ataşehir 25 senelik; ya 5000 senelik Mardin’e Eski Mardin denmesi ? 
Tuhaf geliyor doğrusu... Mardin, Mardin'dir, eski Mardin ne demek !
Kadim Mardin denilse tamam, öyledir, kadimdir...



Ben bu şehri öncelikle burada yaşayan insanların instagram canlı yayınlarından tanıdım desem yalan olmaz... Az gezmedik ana caddesinde, çarşılarında, arka sokaklarında, abbaralarında...
Abbaralar... İçinden hayat geçerken üstünde insanların ailelerin yaşadığı, sokakları birbirine bağlayan o tüneller...

Mardin, kale ile dağın etekleri arasında, güneye Mezopotamya’ya bakar şekilde, batıdan doğuya doğru uzanan, yaklaşık orta kemerinde 1.Cadde’nin bulunduğu bir yerleşime sahip... 






Anacaddeye üstte ve altta paralel olan sokakları, birbirine bağlayan, evlerin altından geçen abbaralar...
Evlerin altından derken, yerin altından değil, düz yolunda giderken karşına çıkan binanın içinden geçmeni sağlayan tüneller bunlar... 

Sen kendi yolunda ilerlerken, geçtiğin abbaranın üstünde misafirlerini ağırlayan aileler, oyun oynayan çocuklar, ev hayatlarını sürdüren insanlar yaşıyorlar... Yani üstü kişisel mülkiyet, geçit kısmı ise kamusal alan olan yerler buralar... 
Birkaç abbaranın birbiriyle kesiştiği yerler var... Buralar hava akımının oluşmasını sağlıyor...
Rüzgardan, yağmurdan, sıcaktan, soğuktan ve bazen de aşıkları meraklı gözlerden koruyor...
Abbaralar bazen sivri kemerli, basık kemerli veya yuvarlak kemerli olup, örgü sistemi beşik tonoz, çapraz tonoz olarak karşımıza çıkar.



Abbaralara dair en etkileyici yorumu Canan Budak’ın “Geçiş Serbest” adlı çalışmasında buldum... Çünkü mesele abbaraların dışardan gelen turist gözlere ifade ettiği “gizemli ve büyülü” anlamı değildi benim için; hayatını Mardin’de geçiren insanların günlük yaşamındaki başka boyutlarını görmekti... Kavisli olduğu için girişinden sonu görülmeyen bir abbaradan geçmek için, önce 13.basamağın en sağından bakarak içerinin güvenli olup olmadığını kontrol eden bir kız çocuğunun hislerini anlatan bu yerleştirmenin detayları için linki tıklayın lütfen...



Yine canlı yayınlardan birinde  görmüştüm Atilla Çay Parkı’nı... Caddenin ova tarafında Mezopotamya manzaralı bir yerdi... Tabelasını görünce dedim bi kaçak çay içeyim :)))
Ne fotojenik bir şehirsin sen ama...
Oturuyorum, çayım geliyor, karşımda uzanan koyu karanlık o kıpırtılı varlık, denizkıyısından balıkçı teknelerini izlemek gibi...
İçimden hiç sosyal medya gelmiyor, (hatta o gün bu gündür gelmiyor)...
Bu anı sadece kendimle paylaşmak istiyorum...
Yanda Şehidiye Camii’nin minaresi... Dolunaya kalmış birkaç gün...





Söylemişlerdi ilk gece uyuyamazsın diye, mışıl mışıl uyudum ve birkaç saat sonra uyandım ! Pencereden bir bakayım dedim... Nasıl bir mehtap... O oradayken dönüp yatmak mümkün mü...
Öyle pijamayla çıktım otelin terasına, gece 03.30...

“Şafağın sana söyleyecek sırları var, uykuya geri dönme.
Gerçekten istediğin şeyi sormalısın, uykuya geri dönme.
İki dünyanın birbirine dokunduğu kapının eşiğinden insanlar girip çıkıyor.
Kapı dönüyor ve açılıyor, sakın uykuya geri dönme.”
Mevlana



İki senedir ilk kez ağustos böceklerinin seslerini duyuyorum... Ne büyük lüks değil mi...
Saat 5 civarı okunan sabah ezanı... Diğer ezan vakitlerine göre fazladan bir cümlenin okunmasını bu kadar net duymak... es-salatu hayrun mine’n nevm...
Sol tarafımdaki tepenin ardından söken şafak, fecri bu kadar net görmek...
Sonrasında kahvaltı servisi başlayıncaya kadar az biraz uyuklamak ne büyük keyif...



Burada yaşadığım bir hafta boyunca elimde şehir haritasıyla o cami senin bu kilise benim tarzında değil de, yolda gördüğüm tabelaların bana yol göstermesiyle gezdim...
Yavaşlayarak, sakinleşerek, daha derin ve uzun nefesler alıp vererek geçirdim zamanımı...
Bugün ne yaptın sorusunu, ‘hiiiç, gezdim’ diye cevaplamak ne güzel birşey...

Bu gönlüme göre gezilerden biri, 4 Ekim dünya hayvanlar günüydü, akşam üzeri kale istikametinde merdivenlerden çıkarken kediciklerle eşeği gördüm... sabah kahvaltısından yanıma aldığım kaşar peyniri dilimlerini aralarında paylaştırdım...
Yaklaşık Mardin’e dair her gezi yazısında anlatılıyor, belki rast gelmemişsinizdir diye yazayım ben de... Mardin’de bir arabanın geçemeyeceği, geçse de zaten basamaklardan dolayı çıkamayacağı dar sokaklarında, eşekler belediyenin temizlik işleri birimine bağlı kadrolu elemanları olarak görev yapıp her gün çöpleri topluyorlar...
562 ana arter ve dar merdivenli ara sokakları bulunan Mardin’de sabahları ve akşamüzerleri yanlarında görevlilerle beraber ara sokaklarda dolaşarak çöpleri topluyorlar...
Bu gördüğüm de onlardan biriydi işte... Detaylı haber...


Kediciklerin ve eşeğin hayvanlar gününü kutladıktan sonra aynı sokakta yukarı doğru yürümeye devam ettim... Yukarıda kalenin tel örgüleri ile sınırlanıyor şehir, tepeye çıkış yasak...
Paralelden dik sokağa döndüğüm köşede üç kız çocuğu oturuyordu... Burası nereye çıkıyor diye sordum...
Kaleye çıkıyor ama gitme bu saatte, dediler... Havanın kararmasına daha vardı, yine de bırakmadılar... Su getireyim sana, otur bizimle biraz dedi en büyüğü... İyi tamam deyip oturdum bir basamağa... Orada ne kadar kaldım bilmiyorum, zaman eridi gitti... Hatta zaman neydi ki ? Allah muhabbetimizi arttırsın, bu an bitmesin diyerek mutlulukla...

- Abla senin adın ne?
- İrem
- Benimki de İrem ! 

Saşkınlıkla baktık birbirimize 😊
En büyük kardeş, 8.sınıfta İremcim... Ortanca kardeş  5.sınıftaymış...
Ve minnoşi, 5,5 yaşında o da...
Kimsin nesin, nerden geldin nereye gidersin, burada napıyorsun, beğendin mi, sevdin mi...
Bunlardan bazılarının cevabını ben de bilmiyorum... 
Ama onlara Mezopotamya’yı ilk gördüğüm anı anlattım; sonra da bu yaz ilk kez burada ağustos böceklerinin seslerini duyduğumu... 
Buna çok şaşırdılar, ilk kez mi, nası yani ?! 
Valla bi bilsem, ağustos böceksiz hayat olur mu, olmamalı...


Çektiğim fotoğrafları videoları izledik birlikte... Bir yanım İrem, bir yanım Zeynep, kucağımda Yasemin...

- Abla sana kahve yapayım...
- Yok içmeyeyim...
- Yapayım yapayım...

İki abla ok gibi fırladılar, bir fincan kahve için nasıl bir koşturmaca, ne mutlu bana... Biz de minnoşi ile muhabbet ettik... Sokaktaki “tedi ve töpetlerden” bahsetti bol bol... Merdivenin tee kaçıncı basamağından atlayabildiğini gösterdi... Gazete kağıtlarından kedilere nasıl yatak yaptığını anlattı... O sırada ablaların telaşı devam ediyor, ama nasıl keyifliler.... Derken Zeynep geldi elinde fincanla... Dedi köpüğü yok ama kusura bakma...

Ben de onlara hayatımda ilk kez kahve pişirişimi anlattım...
10-11 yaşlarındayım...
Yaz mevsimi, annanem evde yok o gün, dedem bana bir kahve yap hadi dedi... Koşarak anneme gittim, dedim kahve nasıl yapılır... Gösterdi bana mutfakta cezveye ne kadar kahve, şeker ve su konacağını... Cezveyi ocağa koydu, taşmadan al fincana dök dedi... İyi tamam kolaymış... Neyse ben pişirdiğim kahveyi dedeme götürdüm (gururla)...
E bunun köpüğü nerde???
Köpük ne???
O gün öğrendim ve hiç unutmadım...

Velhasıl o en azından kahvenin köpüklü olması gerektiğini biliyor, benden bir adım önde 😉
Abla sana bi çay yapayım mı, etabına geldiğimizde bende itiraz edecek hal kalmamıştı...
Sohbet çok güzel, gitmesen olmaz mı durumundayım oysa...
Çay içerken sabah beri çantamda benimle birlikte gezen kuru kayısılarımızı paylaştık... Okul aile iş hayat hayaller nasipler duygu duyarlılık özlem... bunları anlattık birbirimize... fotoğraflar çektik... Arapça bilmememe şaşırdılar... Hiç mi bilmiyorsun, yok hiç bilmiyorum... Bana öğrettikleri cümleleri söylediğimde anlayacak kimsem yok, sadece bu üç kardeş ile aramda kalan çok değerli bir anı...

Gün akşama dönerken, istemeyerek ayrılma vakti geldi... 
Dediler ki, gitmeden mutlaka bizim damdan Mezopotamya’ya bakmalısın... 
Bu eşsiz manzaradan daha güzel olan bir şey vardı, 
onların sevgi ve umut dolu gözleriyle birlikte bakıyor olmak...



O gece müzenin terasında dolunayın altında, şiirler, şarkılar, masallar vardı... 
Keşke sen de orada olsaydın... 
Ben  yanına gelsem...
Sen neler yaptın bugün, desen... 
Sana bu üç kız kardeşi anlatsam, birinin ismi İrem’di desem, anlar mıydın... 
İki İrem, iki de ufak kız çocuğu ve Mezopotamya... 
Bu şehirde konuşulan hiçbir dilin anlatamayacağı bir akşamüzeriydi...
İçimdekileri kendi yaşıtlarımdan daha dolu dolu hissettiler...
Sadece kalbin dilini duyanlara...

kefinti... başinti... ene ehebik habibi...
teğey nışrap kehve...
merdin iksir ikveyse...
aşk... kahve... hal hatır sorma...


Bak, keşke hayat bunlardan ibaret olsa demiyorum; 
keşkesi yok, hayat zaten sadece bunlardan ibaret.. 
debelenip duran bizleriz...


💜




   Let love rule...