Bu Blogda Ara

24 Kasım 2017 Cuma

MARDİN... IV.Bölüm...

Müzenin fuardaki standından aldığım seramik güvercini, kendisini yapan ustaya el öpmeye götürdüm bugün... Daha önce instagramda paylaştığım fotoğrafına “tanıdık geldi” yorumunu yapan Hamdullah Aydoğan... Görünce hiç şaşırmadı, sanki bekliyormuş gibi hoşgeldin dedi... Atölye müzenin arka sokağında, son derece kendine özgü bir yer... Burası bu hafta en sık uğradığım mekan oldu, Marangozlar Kahvesi’nden sonra tabi :)
Hamdullah futbol sevdası ile spor akademisi sınavlarına girmek üzereyken yaşadığı bir sakatlanma sonucunda anında manevra yapıp diğer tutkusunun peşinden gitmek üzere güzel sanatlar fakültesi sınavlarına girmiş bir adam... Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde heykel bölümü olmadığı için resim bölümüne başlamışken, bak şu kadere dedirtecek şekilde açılan heykel bölümüne direkt geçiş yapmış bir adam...
Hayat koştur koştur geçerken bir duran düşünen, merak eden, soru soran, cevap arayan, çözüm
üreten, ‘sahildeki yüzlerce deniz yıldızından birini birkaçını denize atan ve onlar için farketti’ diyen bir adam... Kaldığımız yerden devam edermiş gibi sohbet ederken elinde evirip çevirdiği çamuru bir güvercine dönüştüren, hatta yetinmeyip güvercinin içinde önce bir boşluk oluşturup sonra boşluğu nefesiyle dolduran ve çamurdan yarattığı boşluğa nefesiyle şarkı üfleyen biri...


Çamur, sırlama, kalıp alma, fırın dereceleri derken, konu nasıl oldu da nesli tükenmek üzere olan bıldırcınlara geldi... Sanırım derinlerden gelen bir cikcikleme duydum... Alet çantasına benzeyen, içinde ışıklar olan bir kutu vardı yerde... Kapağı bir açtı ki meğer hazine sandığıymış, minik yumurtalar, bazıları çatlamış, içinden bıldırcın yavrucukları çıkmaya çabalıyor, bazılarının henüz vakti gelmemiş... Tasarım atölyesinde gördüğüm bu manzara karşısında ben ağzı açık...
Çocukluğumuzda on adımda bir bi bıldırcın görürdük diye anlatıyor...
Bıldırcın narin bir kuş, güvercinler gibi çok atak uçabilen bir yapısı yok... Bir havalanmada 10 metre uçup iniveriyor, bunu bir iki üç sefer yapınca da yoruluyor...

Yörede yılda iki ürün alma gayretlerinden kaynaklı anız yakma mecburiyetinden malesef bıldırcınlar da nasibini alıyor... Mardin’de eski yıllara göre çok azalmışlar, yazık...
Hamdullah anız yakma “mecburiyeti” durumuna özellikle vurgu yapıyor... Sadece bu konuyu bile ayrı olarak uzun uzun konuştuk, bilmediğim ne çok şey var...
Sonra kaç tane yetiştirip doğaya salsam kardır diye düşünerek, 10 tane bıldırcın satın almış, yumurtladıkları zaman da yumurtaları alıp kuluçka makinasına koymuş... Benim gördüğüm ışıklı kutu kuluçka makinasıymış yani....
Orada bulunduğum süre zarfında gün gün nasıl büyüdüklerine şahit olmak ne güzeldi...
Geçen sene 35 adet çoğalmış, 22 tanesini doğaya bırakmışlar, geri kalanlar yine çoğalmak üzere Mardin Müzesi’nde barınıyorlar...





Çevredeki ara sokaklarda biraz dolaşıp tekrar döndüğümde atölyede Bedir Tırpan saz çalıyordu....
Küçük seramik güvercin onu dinliyordu...
Arkasındaki kapıdan güzel bir ışık geliyordu... Sokaktan kediler ve fotoğrafçılar geçiyordu... 
Zaman kavramı yoktu... 
Hayat ise bir film şeridiydi...








Bildiğim bir ezgiydi çaldığı... bittiğinde söyledi... dil yarası...

“Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol var ki saygı ve sevgidenmiş
Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol varki sevgi ve şefkattenmiş”

Konuştuk biraz... mahallenin kedilerinden, Mardin’den, müzikten...
Sonra başka bir gün de Masalcılar Buluşması katılımcıları için hazırlanan hatıra eşyalarını paketledik birlikte, ben birazcık yardım ettim sadece... 





Sessiz sakin telaşsız, ama çabucak pratik davranan bir insan... 
Kimse farketmeden işleri yoluna koyan insanlardan... 
Sonra başka bir gün, "bileziğin atölyede düşmüş, buldum sakladım", diye müjde vermeye geldi...
Çok sevdiğim bir arkadaşımın hediyesiydi, benim için çok değerliydi...



Ve başka bir gün yine atölyede otururken, elinde bir kutu ile geldi, burada her bir kutunun içinden hazine çıkıyor... Bir açıldı ki, içinden 41 çeşit malzemeli aşure çıkmaz mı !
Ne mutlu birşey, bu yıl aşureyi Mardin’de yemek nasip oldu... Bir kase aşureye bu lezzeti veren nedir diye düşünmemek elde değil... 
41 çeşit malzeme mi, karan karıştıran eller mi, hazine kutusunu kucaklayıp getiren mi...
Aldık kabul ettik, afiyet şeker oldu valla...
Bolluğun bereketin daim olsun Mardin...

Daha önceki bölümlerde de bahsetmiştim, ben bu şehre gelmeden önce Mardin'e dair pek çok belgesel izledim, onlarca fotoğrafçıyı takip ederek farklı gözlerden Mardin'i görmeye çalıştım...

Yine de hep biliyordum ki, Mardin'i İstanbul'dan görmek ile onun içindeyken görmek arasında çok büyük fark vardır...

Evet fazlasıyla büyük bir fark olduğunu her gün yaşayarak gördüm burada...


Fakat tahmin edemediğim daha ilginç bir detay vardı...
İstanbul'da oturduğum yerden şehrin güzel bir fotoğrafını görmek içimde büyük bir özlem uyandırıyordu...

Ancak buradayken örneğin instagramda bir Mardin fotoğrafı gördüğümde, kapıdan çıkıp o manzaraya kavuşmak...

o sokaklarla kucaklaşmak, Mezopotamya'ya dalmak...

fotoğraftaki insanlarla, çocuklarla karşılaşıp selamlaşmak...

fotoğrafta gördüğün kapıyı aralamak an meselesiydi...



Doğma büyüme Mardinli olanların bu şehre bakışları ile
benim gibi "sonradan görüp" içi Mardin'e akan birinin şehri algılayışı arasında ne gibi farklar vardır;
bunun detayına girmeye çok fırsatım olamadı, küçük sohbetlerde yakalamaya çalıştığım detaylar bunlar...
Ancak her görüşünde ilk sefer görmüş gibi, kanıksamadan, normalleştirmeden, kendi özgün ve kadim halinde kalmasını tercih ederek, evcilleştirmeye çalışmadan sevmek...

İçinde olduğun yerin, içinden geçtiğin abbaranın, bu şehrin bunca yıl sonra hayatıma girmesinin ne kadar özel ve (hadi hazır olun, abartıyorum) ne kadar mucizevi olduğunu bilerek,
her an hissedip, nefesine karışarak, dünyama girmesine izin vererek, yani onunla interaktif yaşayarak, alarak ve aldığım kadar aynı anda vererek...
Bunlar için 47 yaşıma gelmeyi beklemem gerekiyormuş... Sahi Mardin'in plaka numarası da 47 !!! İşin sırrı bu muydu yoksa 😉




Bununla bağlantılı olarak Hamdullah ve bu tasarım atölyesi ile ilgili beni çok mutlu eden birşeyi daha anlatmak istiyorum... 1.caddenin diğer ucunda, kaldığım oteldeydim... Hamdullah’ın instagramda canlı yayın başlattığını gördüm, atölyede yine müzik vardı... Ve bu sefer 1450 kilometre uzaktan izlemek zorunda değildim... “Sakın kesmeyin, uçarak geliyorum” diye yazıp, sanırım gerçekten uçarak aştım caddeyi ve canlı yayına yetiştim... Artuklu Üniversitesi müzik bölümünde araştırma görevlisi olan Mahir Mak’ın elinde saz, karşısında rıbab çalan Rıbabi Koçer Bakır... Caddeden buraya varana kadarki uçuşum neymiş ki, burada parmaklar havalanmış uçuşa geçmiş, nasıl güzel çalıyorlar karşılıklı...



Mahir Hoca’yı ilk kez Mardin’in Sesleri videosunda görmüştüm...
Mardin’in geleneksel üç halk ezgisinin, 48 müzik sanatçısı tarafından Türkçe, Arapça, Kürtçe, Süryanice ve Ermenice olarak seslendirildiği bir kısa film...
Yapımcılığını Nihat Erdoğan’ın üstlendiği filmin yönetmenliğini Cem Barışcan, müzik yönetmenliğini Artuklu Üniversitesi Müzik Bölümü araştırma görevlisi Mahir Mak üstlenmiş.
Mahir Hoca  "müzik yönetmenliğini üstlenmiş" diyerek bir cümlede geçilemeyecek kadar derinden içinde bu projenin...

Bir ay doğdu karşıdan...
Yar bakıyor damdan...
Dalal oy Dalal
Bir kez yanımdan gel geç...
Aklım al başımdan
Dalal oy Dalal...

Bir tel çektim Mardin'den 
Bin ah çektim derdinde...
Le le le yar Sabiha...
Babısor suyu gibi...
Yaş gelir gözlerimden...
Lel le le yar Sabiha...





Yola çıktım Mardin'e
Düştüm senin derdine...
Mevlam sabırlar versin...
Yarini yitirene...





Mardin’in Sesleri için 500 saatlik çekim yapılmış ve 13 dakikalık kısmı filmde kullanılmış...
Proje için bu üç eserin seçimi, notasyonu ve düzenlemesinin yapılması zaten başlı başına önemliyken, bu eserleri farklı dillerde okuyacak farklı etnik yapılardan kişilerin seçilmesi, sıralanması ve bu okuyucuların çalıştırılması, ayrıca farklı dillerde seslendirilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması da hep Mahir Hoca'ya ait... 

Stüdyoda ve seslerin kayıt aşamasında bulunarak, 48 okuyucunun yer aldığı bir projenin uyumlu bir şekilde kotarılması için sadece iyi bir müzisyen, iyi bir organizasyon yeteneği yeterli değil... 

Ben Masalcılar Buluşması'nın kapanış gecesinde Mahir Mak'a gösterilen sevgiye ve saygıya bizzat şahit oldum... 



Ancak bulunduğu şehirdeki insanların ve müzisyen dostlarının bu derece sevgisini saygısını kazanmış olan bir kişinin, geceli gündüzlü 1 senesini vererek ve sadece müzisyen kimliğini değil, insana ve şehre duyduğu sevgiyi ortaya koyarak yapabileceği bir iş bu...



Müze müdürü Nihat Erdoğan şöyle anlatıyor:
“Mardin’in Sesleri projemizi hazırladık. Müze personeli ve gönüllülerin desteği ile bütçesi olmaksızın yaklaşık 1 yıl sürdürülen çalışmalar neticesinde ortaya çıkan filmimizde, kültür varlıklarının yanı sıra somut olmayan kültürel miras taşıyıcıları da görünür kılındı. Bir arada yaşama kültürüne, kültürel çeşitliliğin zengin yapısına ve kardeşlik ortamına vurgu yapıldı.
Mardin kültür-turizm rotaları da göz önünde bulundurularak çekilen filmde, Mardinlinin kültürel mirasına yönelik farkındalığının artması ve bu mirasın tüm dünya tarafından tanınması hedeflendi.”

Filmin bir bölümünde bir grup genç, antik bir köyün kalıntıları gibi görünen bir mekanda, ellerindeki bir ritim enstrümanını çalıyorlardı... O enstrümandan yayılan sesi duyduğum anda hayran oldum...
Mekan: Bilale köyü
Enstrüman: Erbane
Çalanlar: Mustafa Ulutaş ve Mardin Gençlik Merkezi Erbane Topluluğu

23 Nisan akşamı ilk izleyişimde videoda bu enstrümanı gördüğümde aldığım kararımı uygulamak biraz zaman aldı... Şimdi 6 ay sonra, nihayet Faysal Macit’in erbane atölyesinde öğrenciyim... Masal devam ediyor ve hayatıma yeni kahramanlar
akıyor, atölye arkadaşlarım, ilk tanıştığım Dicle...
Tam ne güzel isim derken, Midyat’lı olduğunu öğrenmek...
Ve ve... Devamını anlatmayacağım, bana kalsın, şu an sadece yaşamak istiyorum bu masalı...

Kendi adıma bu filmi henüz bir kez bile gözlerim dolup akmadan izleyemedim... Mardin özelinde tüm Anadolu’nun hala keşfedilmeyi bekleyen unsurları olduğu duygusu çöküyor yüreğime her seferinde...
Yüzeysel kalmadan, üç beş fotoğraf çekip evine dönmeden, anlamaya, dinlemeye, işitmeye, görmeye çalışarak bakmak...
Bunun için fiziken bir ömrü Mardin’de, Van’da, Bitlis’te, Bingöl’de, Diyarbakır’da geçirmek gerekmiyor; bu tamamen frekansını buna ayarlamakla ilgili birşey...

Belki de bu filmin tetiklediği birşeydi 
taşlarımı yerinden oynatan, içimdeki bu güçlü titreşimi başlatan...
Baktığım manzaranın netleşmeye ve 
detay yüzlerini göstermeye başlamasını sağlayan...
Taşlar yerine oturdu mu, hayır henüz değil 
ya da belki zaten artık hiç oturmasın... 
Fikirler, kanılara ve yargılara varmasın, 
esnek, akışkan olsun...
Gözler ve kulaklar ilgili ve sevgili olsun...

Öğrenecek çok şey var...






💜




   Let love rule...

19 Kasım 2017 Pazar

MARDİN... III.Bölüm...

İstanbul’da yaşadığım yer olan Ataşehir son yıllarda eski Ataşehir olarak anılıyor... 
Eski denmesi, daha batıda yeni sitelerin yapılmasından ve odağın o tarafa kaymasından dolayı... 
Oysa eski denilen Ataşehir 25 sene içinde özellikle parkları, ağaçları ve sokak hayvanları ile kıvama gelmiş bir yer...
Hadi Ataşehir 25 senelik; ya 5000 senelik Mardin’e Eski Mardin denmesi ? 
Tuhaf geliyor doğrusu... Mardin, Mardin'dir, eski Mardin ne demek !
Kadim Mardin denilse tamam, öyledir, kadimdir...



Ben bu şehri öncelikle burada yaşayan insanların instagram canlı yayınlarından tanıdım desem yalan olmaz... Az gezmedik ana caddesinde, çarşılarında, arka sokaklarında, abbaralarında...
Abbaralar... İçinden hayat geçerken üstünde insanların ailelerin yaşadığı, sokakları birbirine bağlayan o tüneller...

Mardin, kale ile dağın etekleri arasında, güneye Mezopotamya’ya bakar şekilde, batıdan doğuya doğru uzanan, yaklaşık orta kemerinde 1.Cadde’nin bulunduğu bir yerleşime sahip... 






Anacaddeye üstte ve altta paralel olan sokakları, birbirine bağlayan, evlerin altından geçen abbaralar...
Evlerin altından derken, yerin altından değil, düz yolunda giderken karşına çıkan binanın içinden geçmeni sağlayan tüneller bunlar... 

Sen kendi yolunda ilerlerken, geçtiğin abbaranın üstünde misafirlerini ağırlayan aileler, oyun oynayan çocuklar, ev hayatlarını sürdüren insanlar yaşıyorlar... Yani üstü kişisel mülkiyet, geçit kısmı ise kamusal alan olan yerler buralar... 
Birkaç abbaranın birbiriyle kesiştiği yerler var... Buralar hava akımının oluşmasını sağlıyor...
Rüzgardan, yağmurdan, sıcaktan, soğuktan ve bazen de aşıkları meraklı gözlerden koruyor...
Abbaralar bazen sivri kemerli, basık kemerli veya yuvarlak kemerli olup, örgü sistemi beşik tonoz, çapraz tonoz olarak karşımıza çıkar.



Abbaralara dair en etkileyici yorumu Canan Budak’ın “Geçiş Serbest” adlı çalışmasında buldum... Çünkü mesele abbaraların dışardan gelen turist gözlere ifade ettiği “gizemli ve büyülü” anlamı değildi benim için; hayatını Mardin’de geçiren insanların günlük yaşamındaki başka boyutlarını görmekti... Kavisli olduğu için girişinden sonu görülmeyen bir abbaradan geçmek için, önce 13.basamağın en sağından bakarak içerinin güvenli olup olmadığını kontrol eden bir kız çocuğunun hislerini anlatan bu yerleştirmenin detayları için linki tıklayın lütfen...



Yine canlı yayınlardan birinde  görmüştüm Atilla Çay Parkı’nı... Caddenin ova tarafında Mezopotamya manzaralı bir yerdi... Tabelasını görünce dedim bi kaçak çay içeyim :)))
Ne fotojenik bir şehirsin sen ama...
Oturuyorum, çayım geliyor, karşımda uzanan koyu karanlık o kıpırtılı varlık, denizkıyısından balıkçı teknelerini izlemek gibi...
İçimden hiç sosyal medya gelmiyor, (hatta o gün bu gündür gelmiyor)...
Bu anı sadece kendimle paylaşmak istiyorum...
Yanda Şehidiye Camii’nin minaresi... Dolunaya kalmış birkaç gün...





Söylemişlerdi ilk gece uyuyamazsın diye, mışıl mışıl uyudum ve birkaç saat sonra uyandım ! Pencereden bir bakayım dedim... Nasıl bir mehtap... O oradayken dönüp yatmak mümkün mü...
Öyle pijamayla çıktım otelin terasına, gece 03.30...

“Şafağın sana söyleyecek sırları var, uykuya geri dönme.
Gerçekten istediğin şeyi sormalısın, uykuya geri dönme.
İki dünyanın birbirine dokunduğu kapının eşiğinden insanlar girip çıkıyor.
Kapı dönüyor ve açılıyor, sakın uykuya geri dönme.”
Mevlana



İki senedir ilk kez ağustos böceklerinin seslerini duyuyorum... Ne büyük lüks değil mi...
Saat 5 civarı okunan sabah ezanı... Diğer ezan vakitlerine göre fazladan bir cümlenin okunmasını bu kadar net duymak... es-salatu hayrun mine’n nevm...
Sol tarafımdaki tepenin ardından söken şafak, fecri bu kadar net görmek...
Sonrasında kahvaltı servisi başlayıncaya kadar az biraz uyuklamak ne büyük keyif...



Burada yaşadığım bir hafta boyunca elimde şehir haritasıyla o cami senin bu kilise benim tarzında değil de, yolda gördüğüm tabelaların bana yol göstermesiyle gezdim...
Yavaşlayarak, sakinleşerek, daha derin ve uzun nefesler alıp vererek geçirdim zamanımı...
Bugün ne yaptın sorusunu, ‘hiiiç, gezdim’ diye cevaplamak ne güzel birşey...

Bu gönlüme göre gezilerden biri, 4 Ekim dünya hayvanlar günüydü, akşam üzeri kale istikametinde merdivenlerden çıkarken kediciklerle eşeği gördüm... sabah kahvaltısından yanıma aldığım kaşar peyniri dilimlerini aralarında paylaştırdım...
Yaklaşık Mardin’e dair her gezi yazısında anlatılıyor, belki rast gelmemişsinizdir diye yazayım ben de... Mardin’de bir arabanın geçemeyeceği, geçse de zaten basamaklardan dolayı çıkamayacağı dar sokaklarında, eşekler belediyenin temizlik işleri birimine bağlı kadrolu elemanları olarak görev yapıp her gün çöpleri topluyorlar...
562 ana arter ve dar merdivenli ara sokakları bulunan Mardin’de sabahları ve akşamüzerleri yanlarında görevlilerle beraber ara sokaklarda dolaşarak çöpleri topluyorlar...
Bu gördüğüm de onlardan biriydi işte... Detaylı haber...


Kediciklerin ve eşeğin hayvanlar gününü kutladıktan sonra aynı sokakta yukarı doğru yürümeye devam ettim... Yukarıda kalenin tel örgüleri ile sınırlanıyor şehir, tepeye çıkış yasak...
Paralelden dik sokağa döndüğüm köşede üç kız çocuğu oturuyordu... Burası nereye çıkıyor diye sordum...
Kaleye çıkıyor ama gitme bu saatte, dediler... Havanın kararmasına daha vardı, yine de bırakmadılar... Su getireyim sana, otur bizimle biraz dedi en büyüğü... İyi tamam deyip oturdum bir basamağa... Orada ne kadar kaldım bilmiyorum, zaman eridi gitti... Hatta zaman neydi ki ? Allah muhabbetimizi arttırsın, bu an bitmesin diyerek mutlulukla...

- Abla senin adın ne?
- İrem
- Benimki de İrem ! 

Saşkınlıkla baktık birbirimize 😊
En büyük kardeş, 8.sınıfta İremcim... Ortanca kardeş  5.sınıftaymış...
Ve minnoşi, 5,5 yaşında o da...
Kimsin nesin, nerden geldin nereye gidersin, burada napıyorsun, beğendin mi, sevdin mi...
Bunlardan bazılarının cevabını ben de bilmiyorum... 
Ama onlara Mezopotamya’yı ilk gördüğüm anı anlattım; sonra da bu yaz ilk kez burada ağustos böceklerinin seslerini duyduğumu... 
Buna çok şaşırdılar, ilk kez mi, nası yani ?! 
Valla bi bilsem, ağustos böceksiz hayat olur mu, olmamalı...


Çektiğim fotoğrafları videoları izledik birlikte... Bir yanım İrem, bir yanım Zeynep, kucağımda Yasemin...

- Abla sana kahve yapayım...
- Yok içmeyeyim...
- Yapayım yapayım...

İki abla ok gibi fırladılar, bir fincan kahve için nasıl bir koşturmaca, ne mutlu bana... Biz de minnoşi ile muhabbet ettik... Sokaktaki “tedi ve töpetlerden” bahsetti bol bol... Merdivenin tee kaçıncı basamağından atlayabildiğini gösterdi... Gazete kağıtlarından kedilere nasıl yatak yaptığını anlattı... O sırada ablaların telaşı devam ediyor, ama nasıl keyifliler.... Derken Zeynep geldi elinde fincanla... Dedi köpüğü yok ama kusura bakma...

Ben de onlara hayatımda ilk kez kahve pişirişimi anlattım...
10-11 yaşlarındayım...
Yaz mevsimi, annanem evde yok o gün, dedem bana bir kahve yap hadi dedi... Koşarak anneme gittim, dedim kahve nasıl yapılır... Gösterdi bana mutfakta cezveye ne kadar kahve, şeker ve su konacağını... Cezveyi ocağa koydu, taşmadan al fincana dök dedi... İyi tamam kolaymış... Neyse ben pişirdiğim kahveyi dedeme götürdüm (gururla)...
E bunun köpüğü nerde???
Köpük ne???
O gün öğrendim ve hiç unutmadım...

Velhasıl o en azından kahvenin köpüklü olması gerektiğini biliyor, benden bir adım önde 😉
Abla sana bi çay yapayım mı, etabına geldiğimizde bende itiraz edecek hal kalmamıştı...
Sohbet çok güzel, gitmesen olmaz mı durumundayım oysa...
Çay içerken sabah beri çantamda benimle birlikte gezen kuru kayısılarımızı paylaştık... Okul aile iş hayat hayaller nasipler duygu duyarlılık özlem... bunları anlattık birbirimize... fotoğraflar çektik... Arapça bilmememe şaşırdılar... Hiç mi bilmiyorsun, yok hiç bilmiyorum... Bana öğrettikleri cümleleri söylediğimde anlayacak kimsem yok, sadece bu üç kardeş ile aramda kalan çok değerli bir anı...

Gün akşama dönerken, istemeyerek ayrılma vakti geldi... 
Dediler ki, gitmeden mutlaka bizim damdan Mezopotamya’ya bakmalısın... 
Bu eşsiz manzaradan daha güzel olan bir şey vardı, 
onların sevgi ve umut dolu gözleriyle birlikte bakıyor olmak...



O gece müzenin terasında dolunayın altında, şiirler, şarkılar, masallar vardı... 
Keşke sen de orada olsaydın... 
Ben  yanına gelsem...
Sen neler yaptın bugün, desen... 
Sana bu üç kız kardeşi anlatsam, birinin ismi İrem’di desem, anlar mıydın... 
İki İrem, iki de ufak kız çocuğu ve Mezopotamya... 
Bu şehirde konuşulan hiçbir dilin anlatamayacağı bir akşamüzeriydi...
İçimdekileri kendi yaşıtlarımdan daha dolu dolu hissettiler...
Sadece kalbin dilini duyanlara...

kefinti... başinti... ene ehebik habibi...
teğey nışrap kehve...
merdin iksir ikveyse...
aşk... kahve... hal hatır sorma...


Bak, keşke hayat bunlardan ibaret olsa demiyorum; 
keşkesi yok, hayat zaten sadece bunlardan ibaret.. 
debelenip duran bizleriz...


💜




   Let love rule...



12 Kasım 2017 Pazar

MARDİN... II.Bölüm...

Gelirsem turist gibi gelmem ama, dedim...
Turist gibi gelme zaten, dedi...

Zira kendisine ilk kez geleni fena halde çarpma gibi bir huyu vardı bu şehrin... Ve ben bir boğa yükselen arslan kadını olarak öyle kolay kolay hakkını teslim edip karşısında çözülme niyetinde değildim...
Uçak biletimi aldıktan sonra, yazın üç ay boyunca Mardin’i okudum, fotoğraflara baktım, videolar izledim... Cami, kilise, medrese ve manastırlarından coğrafi yüzey şekillerine, farklı meslek gruplarının ustalarından yöresel adetlerine, düğünlerinden cenazelerine, yemeklerinden danslarına, bayram sabahlarına, cafelerine ve güvercinlere nasıl takla attırdıklarına varana kadar...

Yaz boyunca Mardin Müzesi onbeşer günlük periodlar halinde yaz okulları düzenledi... Çocuklar  masallar kurdular, camaltı sanatı çalıştılar, ahşap yakarak resimler desenler çizdiler, uçurtma yapıp uçurdular, ebru sanatını öğrendiler, Karagöz kukla yapımı atölyesine katıldılar... Müze içindeki Arkeopark’ta kazı çalışmaları similasyonu yaparak bir tarihi eserin topraktan çıkarılmasından sergilenmeye kadar giden yolu aşama aşama geçerek uygulamalı olarak öğrendiler...








Bense Haydar Demirtaş’ın çektiği belgeselleri izledim... 
Haydar Demirtaş’ı takip etmemi bana, bir önceki bölümde bahsettiğim arkadaşım Fairuz Aygül önermişti… İlk sinema eğitimini 2005 yılında Mardin Gençlik ve Kültür Evi’nde BBC tarafından açılan atölyeden almış ve daha sonra 2006 yılında İstanbul Kültür Üniversitesi’nin Mardin’de açmış olduğu atölyede devam etmiş… Atölye sonunda İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi İletişim Bölümü’nü yüzde yüz burslu okumaya hak kazanmış…

Son derece fotojenik ve sinematografik bir şehir Mardin… Yaratıcı damarı yüksek olan insan için her
bir taşından ne hikayeler çıkan bir şehir… Haydar da bunu kendi yetenekleriyle değerlendirerek son derece naif bir şekilde yansıtıyor…

“7000 yıllık bir şehirde yaşamak üretkenliği artıran bir şey, üretkenliği daha sağlam daha motive edici bir şekilde devam ettirmekteyiz. Mardin'deki komşuluk hikayeleri, Mardin’deki zanaat,  işte Mardin'deki hamalları çektik.
Mardin'deki müzik ile alakalı bir çalışmamız var. Burada düşündüğünüz zaman gerçekten Mardin ve çevresi de bir zenginliktir. Köyleri, ilçeleri her köyü bir zenginliktir. Bazı hikayelerimiz köylerde geçiyor. Köy köy dolaşıp değirmencilik yapan, hala at arabası ile yapan bir dedemiz var onu çektik, çerçilik yapan var. Bunlar Mardin'in ve bölgenin zenginlikleridir. Biz de bunları kayıt altına alıyoruz. Mardin'de yaptığımız çalışmalarda bitmeye tükenmeye yüz tutan zanaatları biz çekmeye çalışıyoruz. Çünkü bittiği zaman bu tür şeyleri bir daha bulamayacağız. Bunun için aslında bir arşiv de oluşturuyoruz Mardin tarihi için. Çok önemli bir arşiv oluşturuyoruz. 60 ve 70 yaş üzeri insanlar ile konuştuğumuzda eski Mardin'deki komşuluk
ilişkilerini anlattıklarında insan inanamıyor. Çünkü bir avluda beş hane yaşıyor ve beş hane bir mutfak kullanıyor. Bu şu anda mümkün değil. Apartmanlarda yaşayan insanlar birbirlerini tanımıyorlar. Onun için çektiğimiz bu belgeseller gerçek anlamda bir belge olarak kalacaktır.”




Mardin'de 70 yıl önce annesinin Deyrulzafaran Manastırı'na bıraktığı ve o günden beri manastırda yaşayan 'Bahe' lakaplı 76 yaşındaki Cercis Kaptan’ı anlattığı “Misafir” isimli belgeseliyle 2013 yılında 18. Boston Türk Festivali, Belgesel ve Kısa Film Yarışması, Belgesel Dalı, En İyi Film Ödülü dahil olmak üzere bir çok festivalden ödül ile dönmüş…
Bahe'nin 2014 yılında vefat ettiğini düşününce, Haydar'ın ne kadar değerli bir iş yaptığını çok derinden hissediyor insan... 

Haydar Demirtaş, Babam Tarih Yapıyor, Çerçi, Ülkemden Uzakta, Gezici Nalbant, Erbanemin Sesi, Kapı Komşum adlı belgesellerinde şehrin kendisini anlatmasına, sokakların seslerini duyurabilmelerine aracı olmuş… Sesler kadar sessizliğin de etkilerini çok iyi kullanmış ve beş duyuya hitap eden işler yapmış… Belgeselleri sayesinde fotoğraflarda görünmeyenleri de görme fırsatını buldum…







Bu sırada Mardinliler sıcak ağustos akşamlarında Reyhani müzik grubunun şarkılarını ve dengbej Abdurrahman Oğuz’un kelamını dinliyorlardı...
Bense Mardin’in Sesleri videosunda Türkçe Kürtçe Arapça Süryanice ve Ermenice söylenen üç Mardin türküsünü ezberlemeye uğraşıyordum...

Gün oldu devran döndü... Yaz geçti, eylül girdi, okullar açıldı, 21 Eylül'de sonbahar gündönümü yaşandı... Ve... 

1 Ekim sabahı uçağa bindim, minik seramik güvercin ile...
Yanıma oturan tatlı kız, yolculuğun ilk güzel sürprizi oldu...
Sınavda 500 üzerinden 493 puan alarak kazandığı liseyi, anne hasretinden bırakma noktasına gelen Nusaybinli bir kız çocuğu...
Bana kulaklığının bir tekini verdi ve en sevdiği şarkıları dinletti...
Birinde şöyle diyordu: “Sabah akşam, gecenin bir yarısı, ben yorgun argın, aklımda sen”
Diğerindeyse: “Ben senin canındım da sen benim canım değil miydin!”
Kulağımda ilk kez duyduğum Kürtçe aşk şarkılarıyla başladı yolculuğum...

Uçağın Mardin havaalanına hangi yönden iniş yapacağını bilmiyordum... 
Yine de sağ pencereyi tercih etmiştim... Bereketli hilalin üzerinden bir yay çizerek inişe geçerken ilk kez göz göze geldik Mardin ile... Sonra inmeyip bir daire daha çizdik, gözlerimiz birbirini izliyordu... Bu da yolculuğun ikinci sürprizi oldu...


Zelal ile vedalaşıp bavulumu aldım ve çıktım... Ne bir tur grubu, ne bir arkadaş, ne bir bekleyen, ne de karşılayan... Hayatımda ilk kez zihnimi susturup, sorgu suali bir kenara bırakıp, adeta gökten zembille indim Mardin’e...
Kapımı açıp buyrun diyen taksi şoförü beni İstanbul’dan, uçaktan ve daldığım düşüncelerden alıp 1083 rakımlı o taştan oyulma kehribar şehre çıkardı... Yolda caddenin kaplandığı kesme taşların hikayesini anlattı... Daha önce bu caddede Mardin taşı döşeliymiş... Arabayla geçerken yumuşacıktı sürüş, hiç sarsılmazdınız diyor... Fakat altyapı çalışmalarından sonra döşenen taşlar aynı değilmiş, şimdi biraz hoplaya zıplaya gidiyor araba...


Nihayet 1.Cadde’ye girdik... Bir ikincisi yok zaten... Bir tane biricik birinci caddesi Mardin’in... Otele varmak uzun sürmedi.... Benim odaya eşyalarımı bırakıp çıkmam ise daha da kısa...
Odamın hemen yanındaki kapıdan terasa çıktım...
Aslında bundan sonra yazacak birşey yok... Sözün bittiği yere geldim... O kadar izlediğim belgeselin, fotoğrafın, canlı yayınların, anlatıların, kitapların ifade etmenin kenarından bile geçemediği bir varlık bu....

Mezopotamya...
Aman Allahım nesin sen !!!


Bu eniyle boyuyla anlatılabilecek fiziki bir enginlik değil....
O karşımda açıldıkça, yansımasının derinliği, 
yüreğimin içiçe geçmiş kapılarını ılık nefesiyle aralayan bir sessiz güç...
Hadi bana de ki, abartıyorsun...
Tamam abartıyorum... 
Yine de anlatmaya yetmiyor... 
Tüm sakinliği ve sükunetiyle fısıldıyordu... 
Tamam artık çırpınma, bendesin buradasın Mezopotamya’dasın...
Çukurova’yı Mezopotamya’ya bağlayan bir portal açılıyor...
Ah babam, bir bilsen kızın nerelere geldi...

 💜


- Burada hava erken kararıyor...
- Doğudasın...

Evet doğudayım... Güneş erken batıyor ve ben her anına tanık...
Sabahtan uçağa binene kadar geçen sürede kahve içmemiştim... Bugünkü kahvemi Mardin’de içmeyi kafaya koymuştum... Otelden çıktım... Durumum biraz da artık yol nereye götürürse şeklindeydi...

1.bölümde bahsettiğim kişilerden Canan Budak, Amar Kılıç ve Zahit Mungan’ın da aralarında olduğu bir grup genç insan, egoların tavan yaptığı bir dünyada, boş bir mekan açmışlardı...
Mardin’in bence mimari açıdan en özel çarşılarından Revaklı Çarşı’da, sağdan say, soldan say, beş adım da derinlik, epi topu onüç metrekare boşluğa zamanın ruhunu davet etmişlerdi ...
Dünyaya sanatla bakan, gören göze, çizen ele, duyguya, düşünen zihne borcunu, sanat aracılığıyla yanyana gelmek ve sanat üzerinden bir tartışma platformu oluşturmakla ödeme niyetindeler... Bunu yaparken ustalara saygıyı elden bırakmadan, ticari mekanların iç ettiği sokağı ve kamuyu sanatla buluşturmak da diğer bir öncelikleri...
13metrekare eylül ayında açılışını 74 fotoğraftan oluşan “Komşunun Oğlu” adlı sergi ile yapmıştı... Sosyal medya üzerinden yaptıkları “Murathan Mungan’ın Mardin’i” duyurusu ile, katılmak isteyenlerden Mardin fotoğraflarını Mungan’ın sözleriyle eşleştirerek #13metrekare hashtagi ile paylaşmalarını istemişlerdi... Sonuçta 74 kişiden 74 Mardin fotoğrafını 13metrekarenin taş duvarlarında sergilemişlerdi...

Velhasıl kelam Mardin’de ilk gittiğim yer Revaklı Çarşı’daki 13metrekare oldu...
Ortada bir yolun iki yanında ön yüzü kemerli, üstü damla örtülü karşılıklı iki sıra revaktan oluşan bu çarşıda, revakların arkasında derin dükkanların yeraldığı bir yerleşim düzeni var...
Sipahiler ya da Tellallar Çarşısı olarak da bilinen Revaklı Çarşı 17. yüzyılda inşa edilmiş... 
Herbiri kemerli formda büyük mavi kapılar her sabah ya kısmet diyerek berekete, çalışkanlığa, üretkenliğe, yaratıcılığa açılıyor...
13metrekare’de film akşamları düzenleniyor... Füruğ Feruhzad’ın kısa filmi the house is black (ev karadır) izlenen ilk film olmuştu...
İlerleyen günlerde ben de bir akşam hava kararırken, burada masallar dinlemenin ve Mardin’in Sesleri’ni izlemenin tadını yaşayacaktım...
Tam da “İyi Bir Komşu” temalı İstanbul Bienali dönemiyle eşzamanlı olan “Komşunun Oğlu” fotoğraf sergisini gezdikten sonra Amar ile dükkanın önündeki küçük taburelerde oturduk biraz ve ben Mardin’de ilk “kaçak” çayımı içtim...

Kaçak çay, bir fenomen !
Çay sevmem diyemem, fakat çay insanı da hiç olmadım, akşam yemekten kalkar kalkmaz çay koyanlardan değilim.... “Kaçak” çayı ilk kez Mardinlilerin instagram paylaşımlarında duymuştum... Oldukça demli sert ve aromalı bir çay... Önce çok da ciddiye almadan söylediğim “çay kaçak değilse içmem” cümlesinin gitgide gerçeğe dönüşmesi karşısında şaşkınım...

Kaçak çaya dair ekşi sözlükte okuduğum eğlenceli bir yazıyı paylaşayım...




“50'li yıllara kadar sabah kahvaltıda çay falan bilinmezmiş ülkede. o sıralar doğudaki vatandaşlar da suriye ve ırak'tan çay getirirlermiş kaçak yoldan. sıradan halk sabah kahvaltısında çorba ya da akşamdan kalma pilav yermiş. köy kahvaltısı falan yalan yani! sıradan halk kahve içermiş. kahvehane kelimesi de buradan gelir zaten. erkekler kahve çekirdeklerini bellerindeki kemere bağlı küçük kahve değirmenlerinde çeker ve kahveciye verirlermiş. kahveci de ocakta pişirip servis edermiş. kaliteli çekirdeği olan diğerlerine de ikram  edermiş. neyse kahve fiyatları artınca ülkede çay ekilmesine karar verilmiş ve karadenizde çay tarlası kurulurken de gidip seylan fidanları alınacağına gürcistan'dan içimi kolay, kokusu ve aroması sert olmayan light çay fidanları getirilmiş. doğudaki insanlar tabi ki bu çay sevememiş ama hükümet de seylan çayının memlekete girişini yasaklamış. bu şekilde doğu halkı kaçakçılığa devam etmişler. adı buradan gelmiş.”


Nereden çıktım nerelere geldim, aslında bugünün kahvesini içmeyi Mardin’e bıraktığımı anlatacaktım...
Bunu Amar’a söyledim, nerede içebilirim en yakın diye sordum...
Hemen şurada Marangozlar Kahvesi var dedi...
İsmini daha önce duymuştum, ilk kahvemi orada içeceğime sevinerek çarşının diğer tarafından çıkıp merdivenlere yöneldim...



İnsana Mezopotamya’nın hemen kenarında havada süzülüyorum hissini veren bir terasta, boncuk mavisi tahta masa ve sandalyeler... Şehre, kaleye, hayata, zamana, herşeye arkanı dönüyorsun... Sadece kehribar dağa sırtını yaslıyorsun ve önünde Mezopotamya uzanıyor... Mardin’i Mardin yapan bu ikisi: bu dağ ve bu ova... Benim hissim bu... Karşımda yaşayan, sürekli bir kıpırtı içinde olan ve yüreğini kendisine döndüren ile iletişime geçen bir organizma var...
Hazerfan olsam Galata’dan değil Merdîn kalesinden Mezopotamya’ya açardım kanatlarımı...

Çayım hemen geldi, bir de mırra istedim... Sonraki bir hafta boyunca her sabah erkenden gelip mırra içtiğim yer oldu burası... Kendimi en fazla kendi yerimde hissettiren mekan... Hava serinleyince omuzuma şalımın örtüldüğü, yan masaldan hatır çayının geldiği yer burası....


Ve mırra... ah mırra...
O zarif cezveden kulbu olmayan fincana dökülen, 
sadece iki yudum kahve midir sanırsın...

Erzurum Dumlu dağından doğan Fırat ile Doğu Anadolu dağlarından doğan Dicle’nin vakur çocuğu Mezopotamya... Binlerce yıl boyunca insanların birbirleriyle nefretle savaşmalarına, kibirle kan döküp hakimiyet kurmalarına, uzlaşıp barışmalarına, tutkuyla sevişmelerine tanık olmuş, insanlığı ninnilerle masallarla sakinleştiren bir beşik adeta...
İçtiğim o kahve sanki tüm bunların yaşandığı binyıllar gibi uzuun uzun demlenmiş ve yaşananların hatırını unutturmayacak bir acılıkta, ama yine de buruk ve anlatılmaz bir lezzetle yayılıyor dilime damağıma...

Marangozlar Kahvesi, 1998den beri İsmet Toparlı işletiyor, ondan öncesinde de bir 20 yıl ailesi işletmiş burayı... İçinde bir de kitaplık bulunan bu kahvede insanlar kahvelerini ya da nargilelerini içer, divanlarda oturup kitaplarını okurlarmış...

Bana burayı ilk kez Masal Anası Deniz (Soruklu Evren) anlatmıştı.... “Mardin’de bildiğin kahvehane olan bir yerde masal anlattım geçen sene.” demişti... 2016 sonbaharındaki ilk masalcılar buluşmasından bahsetmişti...
Bu yılki 2.buluşmada bu kahvede yol hikayelerini anlatacaklardı Ebuburak ile... Ve Şahmaran’ı da anlatacaktı usta... Hayat henüz bilmediğim başka sürprizler de hazırlıyormuş...

Tüm bu düşüncelerle ovaya bakarken dünya ekseni etrafında batıdan doğuya doğru dönmeye devam etti ve güneşi diğer tarafa uğurladım... Kahvenin sağ yanındaki Ulu Camiin ışıkları yandı... Artık gidip birşeyler yiyeyim diye düşünürken gece göğünde süzülen uçurtmayı gördüm... Kimbilir hangi damdan, kimbilir kimin elinden havalanmıştı.... Tebessüm ve mutluluk kaynağıydı...





💜




   Let love rule...