Bu Blogda Ara

30 Haziran 2012 Cumartesi

Yalnız değilsin...

25 Haziran 2012...



Kazım Koyuncu ve Michael Jackson'ın yıldönümleriymiş bugün.
Üzülerek söylüyorum ki, Kazım Koyuncu'yu şarkılarını bilecek kadar detaylı tanımıyorum.
Ama müzik evrenseldir ve aynı notalar her yürekten farklı yansır ve sanatçılar bunları farklı formüllerle sunar bizlere...
Müziği seviyorum,anlattıklarını, hissettirdiklerini, taşıdığı duyguları ve bizleri taşıdığı yerleri...

Ve M.J...
Bugün o kadar çok şarkısını dinledim ki...
Bazı şeylerin bize bağlı olmadığını hatırlattı bana bugün onu anmak.
Ve aslında iyi ki de böyle olduğunu.
Yaşam döngüsünde herşeyin tam yeri tam zamanında olduğunu; bazen acılar bize yersiz ve zamansız gelse bile...


Aslında herşeyin enerji olduğunu ve enerjinin hiç yok olmadığını, sadece dönüştüğünü...
ve madde terketse bile enerjinin hep orada olacağını hatırlattı...
herşeyin, herkesin bir görevi olduğunu;
en önce kendine ve sonra halka halka genişleyen dairelerce hayatına dokunduğu herkese karşı...

Ve o görev tamamlandığı zaman gitmek gerektiğini...
başka bir boyutta bir anlamda yeniden doğmak gerektiğini...

Kadife Hanım...
Bazen çok sevdiğimiz bir sanatçı...
Bazen karakol baskınında şehit...
Bazen çok yakın bir dostumuz...
Bazen canımızdan öte bir canımız...
Hatta bazen pamuk kediciğimiz...

Onlar çok sevdiklerimiz...

Hayatımızı ve çevremizi sanki bir enerji tablosu olarak gözümüzde canlandırabilsek...
Canlı cansız tüm unsurların birbirleriyle etkileşimlerini görebilsek...
Ve aramızdan ayrılanların yerlerinde, azalsa da kalan enerjilerini...
Diğer unsurların titreşimlerinin nasıl değiştiğini...
Bu frekans farkıyla titreşerek nasıl yavaş yavaş yeniden organize olduklarını...
Ve bu yeni durumda o açılan boşluğun zamanla nasıl yeniden yapılandığını imgeleyebilsek.


Açıkçası 'zaman herşeyin ilacıdır' sözünü pek sevmem.
Ama bu bağlamda doğru gibi.
Bu dengelenme için zamana ihtiyaç var.

Unutmuyoruz...sadece bununla birlikte yaşamayı öğreniyoruz.

O kadar çok kayıp var ki son zamanlarda...
Gittikçe de artıyor sanki...
Bünye zorlanıyor...
Ama evrenin temel prensiplerine sırtını vermek, 
dayanma gücünü bir derece arttırıyor :)



Üzgün şarkıları zaman zaman dinlesem de pek paylaşmıyorum.
Fakat Michael Jackson'ın öyle bir şarkısı var ki...
Farklı okumalarla çok farklı anlamlar kazanıyor...
Bir bakıma çok üzgün dururken,
bir bakıma da son derece umut dolu olabiliyor.
Ben umut dolu olarak duyuyorum...
Bana sevdiklerimi...artık benimle olmayanları hatırlatıyor...
Ama yine de sevgilerinin hep benimle olduğunu...
Yaptıkları güzel şeylere saygı duyup devam ettirdiğimi...
Onları hep yanıbaşımda hissettiğimi...
Hüznün yaşamın bir parçası olduğunu...
Bütünün içinde ona da yer olduğunu...
Hatırlatıyor...


Michael Jackson...You are not alone...






♥ 

Let love rule...







29 Haziran 2012 Cuma

Alicia Keys...New Day...Yaratıcılık...

Dün akşam Alicia Keys'in yeni şarkısını paylaştığı ana tanık olmak çok güzel bir duyguydu.
Önce şarkının girişinin çaldığı ve kendisinin canlı söylediği kısacık bir video paylaştı.
Ardından da www.soundcloud.com sitesinde tamamını yayınladı.
Ve daha geç saatlerde de sözlerinin bulunduğu video geldi...
NEW DAY...



Yaratıcılık ne kadar güzel ve özel birşey...
Sadece sanat alanında değil, hepimizde bu yaratıcı güç mevcut.
Yaptığı iş her ne olursa olsun, içine yaratıcı gücünü katan insanlar mutlaka fark yaratıyorlar.
İlla ki bir eser meydana getirmek gerekmiyor,
gündelik sorunlardan en komplike diplomatik meselelere kadar yaratıcı zekanın kullanılması
çözümlere ulaşmada kesinlikle çok etkili oluyor.

Bunun yanında, hatta belki çok daha önce gelen temel bir alan daha var, yaratıcılığımızı kullandığımız.
Ve bu gerçekten "yaratmak" ile ilgili...
Dünkü duygu, düşünce ve enerjilerimizle bugünü yarattık...
Sadece çok istemek yetmedi, saf niyetle elimizden gelenin en iyisi için çalıştık, bir yandan da akışa güvendik.
Bazen bunu anında farkında olarak yaptık, bazen de akış bizi kendi tatlı üslubuyla yönlendirdi.
Hiç olmadı mı, başımıza gelen bir olay sonrasında biraz düşününce
"Ben bunu daha önce istemiştim" diye hatırladığımız.
Bu öyle bir şey ki, bir yola niyet ettiğimiz anda tüm enerjiler bu yönde  çalışmaya başlıyor.
Ve sistem kendi dinamiğinde o yönde işliyor.
Sonuçta gerçekleştiği zaman
"evet bunu ben istemiştim ve niyet etmiştim diye
hatırlayabilmek için de farkındalığı uyanık tutmak gerekiyor.

Biz istediğimiz için harekete geçen sistemin sonuçta bize getirdiğini kabul etmek de sorumluluk istiyor elbette.

Dünkülerle bugünümüzü yaratmışsak, bugünkü duygu, düşünce ve enerjilerimizle de yarını yaratıyoruz.
Anda...evet hemen şu anda...ne yapıyorsak, ne düşünüyorsak, ne konuşuyorsak...
Yarının yapıtaşları oluyor...

Alicia'nın bahsettiği A NEW DAY / YENİ BİR GÜN işte böyle oluşuyor.

Zihni ortadan tamamıyla kaldırmak değil,
ama mümkün olduğu kadar temiz tutmaya çalışmak,
boş düşüncelerle, kuruntularla, kendimizi sabote edici iç dialoglarla hatları meşgul etmemek iyi olur diye düşünüyorum.
Bu da yine farkındalık gerektiriyor elbette.

Kimse arabayla yola çıkmadan önce geçeceği yollara çiviler döşemek istemez, değil mi?
Çivileri, raptiyeleri yollara atıp sonra arabayla oradan geçerken lastikleri patlayan ve yolda kaldığı için sinirlenen insanların halini düşünsene...
Bu da aynı şey işte...
"Nasıl olsa beceremem ama..." diyerek bir işe başlayan insanlar...
Düşlerine ulaşmak isteyen, fakat hep
"geçti bizden artık, nerde bende o şans..."
şeklinde yaşayan insanlar...
Yollara döşenmiş çiviler işte bunlar...


Alicia'ya dönersek...
O tatlı kızın şarkısını paylaştığı andaki hislerini algılıyorum bir şekilde.
Bizim birkaç dakika dinleyip "aa güzelmiş, yok değilmiş, eh işte" şeklinde yorum yaptığımız şarkının arkasındakileri...
Bırakın stüdyo, kayıt vb aşamasındaki zorlukları,
o şarkıyı yazdıran şey nedir?
İnsan kendini 'mecbur' hissettiği için yazamaz çünkü.
Hele onun gibi bir duygu insanı.
Bir sürü yaşanmışlığın, deneyimin ona getirdikleriyle yapılandırdığı...
ne bileyim, belki gecenin bir yarısı aklına gelip yazdığı bir kaç satırla, bir kaç notayla,
peşpeşe eklemlenerek oluşan o şarkıyı bizlerle paylaştığı an.
Acaba beğenecekler mi, duygusu...müthiş bir an...
Şimdi bu şarkının ardından bir tane daha ve sonra bir tane daha...
Ve bu bir albüm haline gelecek, bizlere ulaşacak.
Şarkılarını merakla bekliyorum ve bize taşıyacağı duyguları, uçuracağı yerleri...

İlk albümünden beri çok sevdiğim bu kızın yeni albümü gelene kadar önceki şarkılarını büyük keyif alarak dinlemeye devam...
Ve en tatlı...ve en neşeli olanlarından biri...I need you...

North needs south...
East needs west...
And no needs 
Yes Yes Yessss...

♥ 


Up needs down...
Life needs death...
And no needs 
Yes Yes Yesssss  :)







♥ 

Let love rule...






25 Haziran 2012 Pazartesi

Blogda Konuk Var: Hatice Kara Sıvacı

Sevgili Hatice ile bu yıl tanıştım.

Mira'da aylardır birlikte yoga yaptığım arkadaşlarımdan bir tanesi.

Bu kış hepimiz için ayrı ayrı ilginç olaylarla doluydu.
Her birimiz bunları kendi özelimizde yaşarken,
hayatımızdaki etkilerini birbirimizle paylaştık.
Hatice'nin hayatında bu etkiler şiir şeklinde vücut buldu.

Bize yazdıklarını ilk okumaya başladığı zamanı hatırlıyorum...
Sesini, okuma stilini, o çok iyi bildiğim yüz ifadesini...
Aradan geçen sürede, yolculuğumuz sırasında,
şiirleriyle bazen gözlerimizin gerisindekileri gördü...
bazen dizeleri kehanet oldu...
bazen de düğümlerimizi çözmede şefkat dolu bir destek...
Görmeden...işitmeden...bilmeden...


Hatice kendi cümleleriyle anlatıyor kendini...
"Sıcağı seven bir kış çocuğudur.
Yeşilde doğmuş, betonda hayatına devam etmektedir.


Dürüst, adil,destekçi, kararlı, sorun çözücü, ileri görüşlü,
sevgi dolu, mutlu ve mutluluğu yaymak isteyen, pozitif,
yaratıcı, proaktif, ahlaklı ve yaptığı her işe coşku ve enerjisini katan bir dünya insanı olmak için yoldadır.


Üniversite diplomasına göre bir ekonomist olup, inancı:
'Dünyadaki en büyük ekonomi gerçek mutluluktur.
Ekonominin tanımı mutluluktan başka birşey değildir.
Her zaman daha iyi bir ekonomist olun.
Düşleyin, düşleyin, düşleyin...
Düş 'var olan en gerçek şeydir' "


Birlikte yaşarken yazdığı ve bizlerle paylaştığı şiirlerinden
bazılarını ben de bugün burada paylaşmak istedim.
Bu romantik şiirleri buraya geçirirken aklımda olan şarkıyı da yazmak istiyorum.
Müziğin, sözlerin, söyleyen iki müthiş sesin ve şiirlerin ruhunun uyumu...
Tina Arena...Marc Anthony...1998 The Mask of Zorro filminden...




♥ 

                                                                      

YAZ YAĞMURU...
Öyle hiç beklenmedik anda
Çıkar gelirsin.
Mis kokularını bırakıp
Apansız gidersin.

Hercaisin sen biliyorum
Bilsem de
Yine seni seviyorum.

Sadece bir mevsim
Olsa da seni görmek için
Yüreğimde mayaladığım sevdalarla
Bekliyorum.

Öyle apansız gel diye...



ÇOCUKLAR GİBİ ŞEN...
Çok gerilerde kalmış olsan da
dondurmanın
renkli renkli toplarında
yine de bulurum seni.

Denizin turkuazında
hoplaya zıplaya danseden
yunusların oyununda,

Rüzgarın serin hecesindeki
beyaz köpüklerden yaptığım baloncuklarda,

Baygın baygın uçan martının
kendi rengindeki aya varışında,

Saklambaç oynayan
karabatakları bekleyişimde.

Ruhuma takılı kanatlarla
kıpırtısız duramam
şekilden şekile giren
sonsuz mavideki pamuklardan
kalp yaparım, çiçek yaparım
sonra da böcek.

Gülümseme gibi sevecen
her nefesimde
çocuklar gibi şenim.

Onu bunu bilmeden
Şaka maka dinlemeden
Uçan balonların içine girerek
bulurum seni
bırakmam seni.



KUŞ...
Sevdalı bakışımla
yüreğindeki dağları devirdim.

Yağmuruna,
doluna,
karına,
rüzgarına,
dururum şimdi dik.

Kuş olsam da
daldırdım kanadımı
som şarabına.

Sevdiğime yar
yüreğine diyar derim.

Yuvasını kalbiyle yapan
yalnız bir çalıkuşuyum.

Bak geldim kapına
bırakma beni 
bırakma yabana.



YANALIM...
Ateşe yürek gerek
yüreğe neyler ateş.

Yarin elinden kıvılcım
kül eyler beni
küldeki köz yangın olur
ben yangına giderim.

Rengi;
damıtılmış yıldız ışığı
Deseni;
usta hattatın hüneri
Tuğrası;
gönlümün rahlesinde.

Aşkın çalımında
gecenin mavisi
düşünce gözlerine
yangın olur,
ben yangında yanarım.

Şakıyan kristal
türkü tutturur da,
öbür yarım
çağırır ıhlamur kokularını
alır aklımı.

Doğan güneş
neyler ateşe
neyler kul olunmuş sevdalara.



GÜNEŞ KADIN...
Güneş kadın
güneşin ışığı hiç sönmez...

Evet gece olur,ancak...
yine güneş
her zamanki yerinden
merhaba, der güne.

Ateş düştüğü yeri yakar.
ateş nere
güneş nere.
Herşey haddini bilecek canım.



SONSUZA KADAR...
Gözlerin söyledi sonsuzluğu
Bakıp da kendimi alamadığım
En derinlerine dalıp
Her gizeminde yine sana erdiğim

Adını da aşkımı da 
suya yazdım.
silemez
bilemez kimse
sonsuzluğun imzası olduğunu.

Uçurtma yaptım gönlümü
rüzgarına bırakıp
götürsün diye
sırça sarayına.

Durgunsam sular gibi
bil ki gözlerin için.



ŞÖVALYE
Keskin delici bakışlı şövalye
maskeli şehrin
kraliçe kıyılarında

Gümüşlenmiş zırhı
Gümüş atının yelesi

Meleğin gümüş kanatları
lehimlendi cesur yüreğine.

Tutsak şövalye
bedeni hür
kalbi o gümüş huride.

Şövalye destanını yazdı
açık denizlerde
gümüş gümüş ışıldayan
ay ışığıyla.




OLSUN...
Kanatlarım olsun
İstediğim yere uçuran

Bir de yayım
Kalplere aşkı saplayan
Sonra da yakan kavuran

Çiçek kokuları bıraksın
Her gittiği yere
Her günüm masal olsun

Yeni olsun,yepyeni

İçinde saf sevgi
Işık olsun
Mutluluk dolsun

Dağları oynatacak kadar yürekli
Dağ gibi sağlam, dik
Gece ile ışığın öpüştüğü anda başlayan
Anka kuşu gibi
Küllerinden yeniden doğabilen
Olsun.




HATİCE KARA SIVACI




♥ 

Let love rule...
















12 Haziran 2012 Salı

Duygular...

Sevgi, şefkat, anlayış, empati, saygı, güven, umut, iyimserlik, neşe, sabır...

Öfke, keder, nefret, haset, hınç, kıskançlık, korku, endişe, bencillik, umursamazlık...

Hepsi insani duygular...
Hepsi hayatımızın gerçekleri...
Bazen daha yoğun yaşanıyorlar, bazen daha bir uykuda duruyorlar...
Ama her zaman çeşitli boyutlarda bizimle birlikteler.
Gün içinde yaşanan sıradan ya da ekstrem olaylar karşısında yüzeye çıkıyorlar.

Olumlu olanlarının daha sık yüzeye çıkması tercih edilir genelde.
Yine de hayatta diğerleri de mevcuttur.
Dualite dünyası...
Herşey zıddıyla birlikte mevcut.
Onlar da bizim parçamız.
Ve düşünüyorum da...
Galiba geldiği gibi yaşanması gerek.

Çocukluğumuzdan itibaren öğrendiğimiz ve belirli durumlar karşısında vermeye alıştığımız tepkilerimiz var.
Bunlar yıllar yıllar içinde duygusal kalıplara dönüşmüşler.
Günlük yaşamda hareket tarzımızın temelinde hep bu kalıplar yatıyor.
Belli durumlarda dilinin ucuna geleni hop diye söyleyivermek,
ilk aklına geleni yapıvermek...

Alışmışız, kolayımıza geliyor.
Hatta otomatikleşmiş, düşünmeden veriyoruz belki o tepkiyi.
Halbuki belki o geçen yıllar içinde düşünceler değişmiştir.
Örneğin 5 yıl önce verdiğimiz bir tepkinin altındaki düşünce o süre zarfında değişmişse,
yine benzer bir durum başımıza geldiğinde aynı tepkiyi mi veririz?
Düşünceler değişmişse tepkiler neden eskisi gibi kalsın ki?

Tabi bunu olayın olduğu anda hemen yapamayabilir insan.
O zaman eski kalıplarına göre değil de,
yeni, dönüşmüş 'sen'e göre davranmak için,
yani bilgiyi uygulamaya geçirmek için ne yapmak gerek?

Bana kalırsa bunun en önemli sırrı sessizlik.
Biraz içe dönmek...
Biraz dış dünyayı, iç dünyamızdan gözlemlemek.
Hatta belki kendini, olayı, ortamı biraz dışarıdan gözlemlemek...
İçinde hissettiğin tepkinin altında yatan duyguyu tespit etmek...

Öfkeli miyim? Evet öfkeliyim.
Neden? Çünkü haksızlığa uğradım.
Çünkü bana kaba davrandı.
Çünkü iyi niyetimden faydalandı.
Daha bir sürü cevap mümkün...
Peki bu başıma neden geldi?
Bu olayın bana anlatmak istediği şey nedir?
Ve hatta belki...Bu neyin sınavıdır?
Bana anlatmaya çalıştığı şey nedir?

Tüm bunları birkaç dakikada analiz edip sonuca varmak gerekir, demiyorum.
Bunu yapabilmek için sakin olup, telaş göstermeden gözlemlemenin öneminden bahsediyorum.

Başlangıçta saydığım olumlu ve olumsuz olarak adlandırdığımız duygulara geri dönersek.
Bazı insanların temel duyguları bunlardan bir ya da iki tanesi üzerine yapılanmış olabilir.
Yani örneğin bir kişi başına ne gelirse gelsin endişe penceresinden bakarak değerlendirebilir.
Ya da bir başkası ne olursa olsun olayları sevgi ve empati penceresinden bakarak değerlendirir.
Bu başına gelenin onu üzmediği anlamına gelmez.
Sadece olaya yaklaşımı farklıdır.

Çok değer verdiğim arkadaşım Nazlı Çetinok Arun'un çok sevdiğim bir sözü vardır:
"Ne olursa olsun bir şekilde neşeli olabilen insanlar, daha az acı yaşayan insanlar değildir;
acı ile diğerlerinden farklı bir bakış açısı ile başedebilenlerdir."

Olaylar...insanlar...hep bizi daha yükseğe taşımak için hayatımızdalar.
Çok acayip durumlar bize öyle bir hizmet edebiliyorlar ki,
bizi hiç bilmediğimiz yönlerimizle yüzleştirebiliyorlar.
Kalıplarımızın, duygularımızın dönüşüp dönüşmediğini
bazen bu acayip durumlar sayesinde görebiliyoruz ve kendimizi daha iyi tanıyoruz.
Hatta belki bu olay olmasa asla farkına varamayacağımız şeyler oluyor bazıları.
Daha ilginci, kabul etmesi şu an için zor gelse de,
belli bir zaman sonra noktaları geriye doğru birleştirdiğimizde
o tatsız olaya müteşekkir bile olabilmek...

Son olarak...
Olumlu ya da olumsuz...
Duygulara gem vurmaya çalışarak yaşanmıyor.
Bugün bastırdığın bir duygun, yarın arka kapıdan dolaşıp küt diye karşına çıkabiliyor.

Özellikle olumsuz olarak nitelenenlere bakarsak,
asıl sorunun o duyguyu hissetmek değil de,
o duygunun içinde ne süreyle kalındığı olduğunu düşünüyorum.

Yani, üzgün müyüm, üzgünüm...
Peki o zaman dinleyeyim en damardan vurgun şarkıları...
Çekileyim iyicene kabuğuma...
Nefret, keder, artık aklına ne gelirse o duygular içinde kendi kendimi harap edeyim...
Böyle mi olmalı...
Tüm bunları yapmak üzüntüyü hafifletir mi?
O üzgün boyutta kaldığın süreyi kısaltır mı?

Hayır...
Peki o zaman ne kısaltır?
Yaraları ne sarar?
Bu sorunun cevabıyla özgürleşmek ve hafiflemek...
Ve suyun her zaman yolunu bulacağına güvenmek...



♥ 

Let love rule...





10 Haziran 2012 Pazar

Sevgi...anlamaya çalışırken...

Hepimizin aşka düşmüşlüğü vardır.
Bazen ilk görüşte çarpılma,
bazen günlerce,aylarca bakışma...
sonra ilk konuşma, ilk sözler,
dünyada ikinizden başka kimse
yokmuş gibi hissedilen zamanlar...
romantizmin dorukları, ilk öpüş,
ilk dokunuş, aşkın ilk yarısı...


Sonra zaman akarken tüm bu aşklar farklı yollarda ilerler,
herbiri kendine özel...
Bazen birşeyler değişir.
Ne olduğunu anlamazsın, önce görmezden gelirsin...
herşey gayet yolunda görünmektedir çünkü.
Birşeyleri sorgularsın, ama tam olarak neyi sorguladığını da anlayamazsın, haliyle anlatamazsın.
Genelde sorguladığın kişi kendin değil de karşındaki olur.
Öylesi daha kolaydır.
"Sen şunları yapsaydın, bunları söylemeseydin..."
Eksik birşeyler hissedersin, ifade edersin ya da edemezsin.

Şimdi... bence dünyadaki olası çift sayısı kadar ilişki çeşidi vardır.
Her ilişkinin devamında ne olduğu, nereye vardığı değil şu andaki konumuz.
Ben dikkatini karşındakinden çekip kendine döndürmekten sözediyorum.

Sevgi...başlangıç...
Konunun başında ne diyorduk...
Hepsi bununla ilgili...
Karşındakini sevmek...
Kendini sevmek...
Ve...
Kendinin sevilmesine izin vermek...

Burada kendini sevilmeye değer görmek konusu giriyor devreye.
O kadar farketmeden, hissettirmeden, derinden işleyen bir şey ki bu...

Mutlu,mutsuz...  neşeli,hüzünlü...
coşkulu,sıkıcı...  paylaşımcı,bencil aşkların ardından dönüp bir bakıyorsun ki, aaa aslında kimsenin seni sevmesine izin vermemişsin !!!




Bütün güzel sözlere gülüp geçmişsin.
Tüm romantik yaklaşımlara dış görünüşte katılmış,içinden buz gibi duruvermişsin. Hatta kendinle içten içe alay etmişsin.

En, tüm benliğinle kucaklaştığını düşündüğün anda bile içindeki bariyerleri, dikenli telleri hiç kaldırmamışsın.

Bir yandan aşık oldum sanırken,
               bir yandan da aşktan kaçabilmek için
                              akla gelebilecek herşeyi yapmışsın.

Hassasiyetlere önem verdiğini sanırken,
               kalp kırma potansiyelini acımasızca
                              ama farketmeden hep canlı tutmuşsun.

Bir yandan iletişimin öneminden bahsederken,
               bazen sırf ters birşey yapmamak adına,
                              hiçbir şey yapmayıp sessiz durmuşsun.

Hatta artık kaçmadığını,
               gönüllü teslim olduğunu
                              sandığın zamanlarda bile,
                                             ne kadar sakinim diye düşünürken,
                                                            kendini o duvardan bu duvara
                                                                           vuruyor...vuruyormuşsun...
                                                                     

Yapma kalbim...
Kaçtığın kim halbuki...
Kendinle, reddettiklerinle yüzleşiyorsun.
Böyle bir insana kim, nasıl ulaşabilir, söyler misin bana !!!



Bunlar bir kadının satırları...
Erkekler için de böyledir, diye iddia edemem.
Belki de böyledir.

Bir erkeğe saygı duymak...
Onun da 'senin' kadar saygıya değer olduğunu kabullenmek...
Öbür türlüsü senin veremediğin birşeyi karşından beklemek olur... gibi gibi...
Karşındakinin ruhsal, zihinsel, fiziksel mevcudiyetine...
sevgiyle birlikte saygı duymak.
Saygının korkudan kaynaklanmadığını, saygınlığın korkutarak kazanılamayacağını bilmek...

Hatta...Yaradılışın ilk anına gidersek...
Yaratılan ilk insanın bir erkek olduğunu kabullenmek...
Yaratılan ilk insanın bir kadın olmamış olabileceği ihtimaliyle barışmak...



O'nun vücudunun bir parçasından...
hem de o güzel yüreği, canımm kalbi koruyan
en sağlam parçasından yaratılmış olmanın
 ne harika, ne mucizevi ve
yaradılışın ilk sihirli romantizmi olduğuna...
nihayet...ama lütfen nihayet...
kendini bırakmak...teslim olmak...

Hem kendi içinde, hem ilişkinde eril&dişil dengesini yakalamak...
Sizi birleştirenin ikinize de ortak üflenen can olduğu
gerçeğinin tadını çıkarmak...
ona daha fazla,sana daha az değil...

Artık rekabet yok...sen kadınsın...ve o bir erkek...
onun kadar güçlü,kaslı olmak zorunda değilsin...
Senin fiziksel, zihinsel, ruhsal değerlerin ile onunkilerin
uyum içinde akabileceğine inan.


"Peki ya....?" diye başlayan ve on yüz bin milyon yıllardır 
bitmek bilmeyen sorulara, endişelere bir son ver artık.
İlk sen ol, yolu aç, bak bunu bekleyen ne çok insan var.

İçindeki boşluğu mükemmel şekilde dolduranın, 
ilahi mevcudiyetinin hakkını teslim et.
Onun kolunun içindeki sana ait yere gir, 
seni herşeyden daha çok seveceğine, koruyacağına güven...
"Ben kendime yeterim" diye diye yolda bıraktığın, 
yakıp yıktığın özelliklerini geri toparla.

Ve kelebeğin kanatlarındaki binbir öpücüğün 
İsis'in yarasını iyileştirmesine artık izin ver.

İnan O buna değer...




♥ 

Let love rule...




3 Haziran 2012 Pazar

Sevgi...başlangıç...


Dünya sevgi ile dönüyor...
-Saçmalama, sevgi olmasa dönmez mi?
Döner, ama böyle değil...bence...

Hep denir ya, çevremizdeki herşeyi sevelim, herşeyin birbirine ve Bir'e bağlı olduğunu fark edelim.

Sevginin kelebek etkisiyle büyüdüğünü, katlanarak arttığını ve müthiş bir enerjisi olduğunu bilelim.

Dünya üzerinde herhangi bir yerde ya da iki yerde, birbirini aşk ile seven iki insanın yarattığı halenin, kendileriyle ilgili ya da ilgisiz bir sürü insana, hayvana, bitkiye...

sonra havaya, suya, ateşe, toprağa... rüzgara, güneşe, yıldızlara ve aya dokunabilmesi...

Ne kadar büyük, ne kadar küçük...ne kadar güçlü ve bir o kadar narin...

Birinin bir başkasını sevmesi...
Sevgi nedir? Kalbin sesi midir?
Beynin işi midir? Hormonların azizliği midir?
Yanılsama mıdır?
Ama zaten gerçek dediğin nedir :)

Sevginin doğası bir başkasını sevmek midir?
Gözlerinde kendini görmek midir?
Onun varlığında kendi varlığını kutsamak mıdır?
Kendini sevmek bu kadar zor mudur ki, mutlaka bir aynaya ihtiyaç duyulur?
Yoo elbette bu kadar basit değil...
Ama kendini sevmek işin bir diğer yönüdür.

İnsan kendini sevdiği kadar bir başkasını sevebilir, diye düşünülebilir mi?

Kendi iç dünyasına döndüğü kadar sevdiğinin derinliklerine inmeye cesaret eder, denebilir mi?

Kendiyle yüzleşebildiği kadar onun yüzüne bakabilir ve gözlerinin ardındakileri görebilir, diye bir fikir olabilir mi?

Eminim bunlara herkesin cevabı farklı ve özgündür.
Ortak payda bulmaya çalışmıyorum.

Birini sevmek...kendini sevmek...
Buraya kadarını az çok biliyoruz.
Benim aklımı kurcalayan bir yönü daha var sevginin...
Birinin seni sevmesine izin vermek!!!

-Bak yine saçmalamaya başladın.O nasıl laf...Herkes bayılır birisinin kendisini sevmesine. İzin vermek ne demek???

Eyvah bunu nasıl anlatacağız şimdi?


Devamı fena...çok yakında :)




♥ 


Let love rule...