Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2017 Çarşamba

İSKENDER GİRAY ve MAESTRO GIUSEPPE...

Pazar günü yayınladığım heykeltraş İskender Giray ve heykelleri konulu yazımdan sonra, arkadaşlarımdan o kadar güzel geri bildirimler aldım ki... Bana söylenenler hep bu konunun yürekleri umutla doldurduğu ve dünyada böyle insanların var olduğunu bilmenin ne kadar sevinç, mutluluk verdiğine dairdi... Bu yorumlardan bir tanesini özellikle sizlerin de okumasını istedim...

Arkadaşım Yeşim Bahadır şöyle yazmış:
"Meri'cim ne diyim, yüreğine sağlık...
Yazın beni alıp götürdü, ama videoyu seyrederken burnumun direği sızım sızım sızladı...
Hala ince bir sızı var, gözlerim dolu... Bir ağaç için neler yapılmaz ki !
Ben yanan ağaca bakamam, kesilmiş ağacın köküyle gözgöze gelemem, budanmış ağaç bile acıtır içimi...
Foça'da deniz kıyısında, altında oturduğum söğütleri bir sonraki yaz yerinde göremeyince delirdim...
Tesis sahipleri çok sert bir kış geçirdiklerini ve fırtınadan dolayı olduğunu anlatana, ben kendimi sakinleştirene kadar akla karayı seçtik.
Geçenlerde Belgrad Ormanı'nda kesilmiş bir sürü ağacı görünce, yine aynı his geldi üzerime... Hatta bir tanesinin gövdesine sarıldım, öptüm, özür diledim...
Bir sürü hikayem var kesilen, yok edilen, fazla ve zamansız budanan ağaçlarla ilgili, hatta kapılara dayanmışlığım vs.
Ama senin hikayen ve o incecik dal kıvamından hallice minik ağaç için yapılanlar umutlarımı yeşertti... Sağol..."

Bir önceki yazımda bahsetmediğim, özellikle ayırıp sakladığım, İskender Giray'ın bir başka heykelinden bahsedeceğim bugün sizlere...


Sömestr tatiline girmeden önceki son seramik dersinden çıkmıştım o çarşamba öğleden sonra... Moda'ya yürüdüm, hava soğuk... yağmurlu da...
Birden solumda bir çift upuzun metal bacak belirdi... başımı yavaşça yukarı kaldırdım, omuzuna sadağını atmış, içi sapsarı buğday başaklarıyla dolu...
Gri metal başakları, sapsarı capcanlı görmek mümkünmüş meğer... soğuk yağmurda, hasat sıcaklığı vuruyor insanın yüzüne...





Başının üzerinde çevirdiği başaklar bana pizza ustalarının hamuru ellerinde çevirerek genişlettikleri pizza tabanını çağrıştırıyor...
Adım gibi emindim bu heykeli ONUN yaptığından... yakından bakınca gördüm plaketi...



İyi de İskender Giray heykelinin bir pizzacının girişinde ne işi var ???
İyi de bir pizzacı neden kapısının önüne heykel yaptırır ???
O gün bunları sormaya fırsat olmadı…


Çok kısa bir süre sonra, yine bir gün Moda'da arabamı park ettiğim yere gittim,
yola çıkıp birkaç arabalık mesafe gitmiştim ki, sağda İskender Giray yazısını gördüm...
Atölye açıktı ve kendisi de içerdeydi...
Yaptığı heykeller, o heykelleri yaptıran duygu, sanata bakış konularında konuştuk biraz...




Sohbet sırasında Maestro Guiseppe’ye geldi söz… Yakından mı gördünüz, yoksa belli bir mesafeden mi, diye sordu… Yakından gördüm dedim, anlayamadım da sorunun maksadını… Ah meğer o buğday başakları belli bir mesafe ve açıdan bakılınca işte bu barış işaretini oluşturuyormuş…

O ayrı ayrı görünen başakların birleştiği andaki duygumu ifade edebilmem mümkün değil...
Tekrar Beppe'nin o tarafa doğru yürüyüp, dağınık gibi duran buğday başaklarının birleşerek barış işaretini görmek sihir gibi birşeydi sanki...


Böylece Pizzeria Beppe’yi ziyaret edip tanışmak farz oldu…
Moda’da yaşayan bir aile…
Asuman ve Cenap Kuzuoğlu…
Bir pizza zincirinin halkası olmak yerine, kendi özgün sıradışı pizza reçetelerinin peşinde koşmayı tercih etmişler…



Palmiye kalbi halkaları, mevsiminde taze çilek, masala sosu, darıfülfül, unagi derken, geleneksel pizzaların yanında, son derece ilgi çekici bir “sıradışı pizza” menüsü oluşturmuşlar, halen de geliştirmeye devam ediyorlar…


Onların İskender Giray’ı tanımaları da sokak heykelleri sayesinde olmuş… Geçmişten bugüne gelen ve bugünden geleceğe uzanan vizyonun bir parçası olarak, hayali kurucuları olan Maestro Guiseppe’nin heykelini yaptırmak için, onun doğru kişi olduğunu düşünmüşler…
2014 ekiminde tanışıp konuyu anlatmışlar ve gerisini ona bırakmışlar… Bu arada Beppe, Guiseppe isminin kısaltmasıymış…



Şimdi konunun beni en derinden etkileyen noktasına geldik…
Heykelin omuzunda asılı olan sadağın içindeki buğday başaklarının dibinde bir kil tablet ile vakumlu bir paket duruyor…










Kil tablette şunlar yazıyor:
“Merhaba… Eğer herşey yolundaysa, bu mesaj ve yanındaki bu paket geçmişten size bir hediye.
Ama herşey yok olmuşsa ve siz yaşamak için çıkış yolu arıyorsanız, bu paket sizin kurtarıcınız. Paketin içinde bu toprakların doğal ürünü ‘siyez buğday tohumu’ var, onları ekin. Bir mevsim sonra toplayın, öğütüp un yapın. Suyla karıştırınca elde edeceğiniz hamur yaşamanızı sağlar. Sonrası size kalmış. Sizlere bol şans diliyoruz. BEPPE Kadıköy/İstanbul  V.I.MMXV “

Sessizlik…
Cenap Bey bana bunları anlattığında hiçbirşey söyleyemeyecek kadar duygulandım… Geçmiş, şu an ve gelecek, dönerek sarmal oldular ve bir nokta haline geldiler… Bir geçmişe, bir geleceğe gittim ve sonra oturduğum sandalyeye döndüm… Aklıma daha önce okuduğum, sandıktan çıkan atalık tohum haberleri geldi… Ve bu küçük siyez buğdayı paketinin değerini çok derinden hissettim…



Bunu sokaktan geçenler bilmiyor, restoranda keyifle pizza yiyenler bilmiyor, reklam malzemesi yapılmıyor, hey bakın biz ne yapıyoruz denmiyor… Sadece anlamlı bir heykelin içine saklanıyor… Güzel bir gelecek hayal ederek, bu toprakların çocuklarına bugünlerden müthiş bir hediye gönderiliyor… Bunu bana anlattıkları, o duyguyu paylaştıkları, bir anlamda yüreklerini açtıkları için Kuzuoğlu ailesine müteşekkirim… 




Hani İskender Giray, "Bu, mekanın ve eşyanın, iki insan arasındaki diyaloğa aracı olması için bir örnek.", demişti ya... İşte Maestro Guiseppe heykeli de aynı şekilde diyaloğa aracı oluyor...
İki insan arasında...
İnsan ve eşya arasında...
İnsan ve duygu arasında...
Geçmiş ve gelecek arasında...

Yazımı sanatçının şu cümleleriyle bitirmek istiyorum:
"Şehirlerin ruhu vardır ve bu ruhun yansıtılmasında heykeller önemli bir yere sahiptir. Sokaklar da bunun için en büyük malzeme. Sokaklar sergi alanı gibidir, galerideki gibi kendini soyutlamazsın. Sanatla insanı buluşturmanın tek yolu da sokaktır.
Heykellerden korkmaya gerek yok. Hareket bile etmezler, kimseye birşey yapamazlar. Ondan korkuyorsanız, vereceği fikirden korkuyorsunuzdur..."




   Let love rule...

28 Mayıs 2017 Pazar

DİKKAT ! GERİLLA HEYKEL ÇIKABİLİR :)

Onun ismini ilk kez 2014 yılının ilkbaharında duydum...
Moda'nın Kadıköy'ün sokaklarında bir anda 
ve tam yeri tam zamanında bitiveren "Gerilla" heykelleriyle 
İskender Giray...

Berkin Elvan'ı kaybedeli çok az bir zaman olmuştu...
Ekmekçi Berkin'i Arıyor
Taksim Gezi Parkı protestoları sırasında, 16 Haziran 2013 günü sabahında polisin attığı gaz kapsülü başına isabet etmişti... 268 gün komada kaldıktan sonra 2014 mart ayında, kuş gibi uçup gidivermişti...

Sonraki haftalarda bir sabah bir adam eli ayağı titreyerek uyandı, bağırmak istiyordu bağıramıyordu...

"Biz şiddete başvuracak insanlar değiliz. Ya konuşacağız, ya yapacağız. Birşey yapma gereği duydum. Elimde de sergim için hazırladığım su borularından parçalar vardı, bunları kullanmak istedim. Duramıyorsunuz, el ayak titremesi var, sürekli bir huzursuzluk var. Bu heykeli bir an önce bitirmek için bir hafta uyumadan çalıştım. Gözümü kaynak aldı, sabahın dördünde hastanelere gitmek zorunda kaldık, ama hiç önemli değil."





           















Kadıköy Bahariye Caddesi'nin sonundaki Mehmet Ayvalıtaş Parkı'na koydu yaptığı heykeli...
Ekmekçi Berkin'i Arıyor...
Metal gibi soğuk bir malzemeyle o sıcacık duyguyu, şefkati nasıl verebilmişti...
Elinde feneri, yüzünde gaz maskesi ve omuzunda ekmek sepeti ile fırıncı...


İskender...

Çok küçük yaşlarında babasından marangozluk zanaatını öğrenmiş İskender...
"Yaşadığımız evin bir odası ahşap atölyesiydi. Evdeki tüm mobilyaları babam yaptı ve ben onu izleyerek büyüdüm. Hayatım boyunca da bir ustayı birşey yaparken görürsem durup izlerim.Çok kıl sorular sorarım, affetmem. Bu şekilde kendimi geliştirmeye çalıştım." diye anlatıyor.
Marangozluk babasının hobisi, mesleği ise cezaevi savcılığı... Yazın İmralı Adası'ndaki hakimler-savcılar kampında yaşarken İskender çevresini gözlemliyordu. Siyasi mahkumlardan birinden çok etkilendiğini söylüyor. Gündüzleri kampta gönüllü olarak duvarlara resimler yapan bu adam, akşam olduğunda şövalesinin başına geçip resim yapıyormuş.

"Bu benim için filmden çıkmış gibi bir manzaraydı, oturup onu izlemek büyük bir zevkti..."
Mahkum bir gün kendisini dikkatle izleyen 7-8 yaşlarındaki bu çocuğu yanına çağırıyor, gün boyunca birlikte önce tuvallerini hazırlıyorlar, sonra da beraber yağlı boya resim yapıyorlar. İlk resim aşısını böylece orada almış oluyor.

"Sonradan resmi hiç bırakmadım, ama fizik mühendisliği okudum."

Herkes ona "gerçek" bir işi olması gerektiğini söylemiş; "mutlu" olmak için,     iş-ev-araba-evlilik-çocuk denklemi kurulmalı denmiş... Zorlama yok, ama zorunda hissetmek var, hayatta başka bir yolun olmadığını düşünmek var... "Fizik seviyordum, fizik mühendisliği okudum ben de", diyor...
Ama hani insanın içinde bir ses vardır... Eğer kulak vermezsen kendini duyurana kadar gittikçe yükselerek bağırmaya devam eder...

Okul bitmiş, iş hayatı başlamış... İyi bir iş, bir araba, takım elbiseler, dağda snowboard tatilleri... Ve aynaya baktığında kendini tanıyamayan bir adam, yaşamak istediği hayat bu değil,  yapmak istedikleri bunun çok ötesinde... günde çift antidepresanla bile gitmeyen bir hayat...
"İş yerinde powerpoint sunum hazırlıyordum ve dedim ki 'Ben bu yüzden mi kuantum fiziği çalıştım? Bu yüzden mi fizik öğrenirken delirme seviyesine geldim?' İşimden zevk almıyorum, bir heyecan mücadele de yok... Ben burda ne yapıyorum, dedim ve karar verip hızlıca 2-3 hafta içinde ayrıldım..."

2016 yılında yer aldığı TEDx konuşmasında şunları söylemiş: "Ben fizik mühendisliğinden heykele niye geçtim? Benimki bir diyalog arayışıydı, farklı bir diyalog arayışı. Ben eşyayı ve mekanı diyalog aracı olarak kullanmak için geçtim. Dil değiştirmek için geçtim ve bunu yapmaya çalışıyorum. Şimdi bu bahsettiğim eşya ve mekan aracılığıyla diyaloğa bir örnek vereceğim."

Ağaca Ağıt

Moda'da her sabah ve akşam köpeği ile gezintiye çıktığı cadde üzerinde, 2015 yılının kışında, Sarıca köşkünün önünde kurumuş bir ağaç kökü... çürüdüğü için kesilmiş... Orada bir boşluk var, insanlar yanından geçiyorlar ama farkında değiller  bu boşluğun...
Demiş ki: "ben burada gördüğümü, bu boşluğu, bu mekanla yaptığım diyalogda gördüğümü insanlara aktarmak istiyorum."
Ve bir heykel yapmış, bu kurumuş kökün yanına bırakmış...
"oraya ne zaman ki bir ağaç dikilir, o zaman heykelimi alırım" demiş...

Ağacın yanında diz çökmüş, başını ellerinin arasına almış, acıyla kaskatı kesilmiş... metal bir heykel... dünyanın tüm kesilmiş ağaçları için ağlarcasına... verdiği his bu... "Ağaca Ağıt"
Dört defa çalınmış, her seferinde bulunmuş geri dönmüş...
Sokağa bıraktığı heykellerini kendi inisiyatifi ile yapıyor, bu işlerden maddi bir geliri yok, beklentisi de yok. Bununla beraber heykel hem Modalılar'dan çok büyük sevgi görmüş, hem de "Kadıköy Belediyesi anlayışla karşıladı ve sahip çıktı, bu da birşeydir." diyor.

Sonra o ağacın yerine Kadıköy Belediyesi, ağaç dikim zamanı geldiğinde bir ıhlamur ağacı dikmiş.
İskender ve Pasha...
Dikim için heykelin sökülmesi sırasında yaşlıca bir bey gelerek, "Bu heykeli buradan alamazsınız." demiş... İyi de heykeltraş da orada, o söküyor zaten... "Hayır, o da alamaz, bu heykel artık bizim."
Biri ona birşeyi yapamayacağını söylediğinde hayatında ilk defa gururlanan bir heykeltraş 😊
Çünkü o bey ve heykel arasında artık bir arkadaşlık ilişkisi oluşmuştu...

Ağaca Sevinç





Sanatçı da onun gibi düşünen Modalılar için yeni bir arkadaş bırakmak istemiş ve "Ağaca Sevinç"i yapmış... Temmuz 2015te dikilen ıhlamurun yanında, sanki dünyanın bütün çocuklarının sevinciyle kollarını kaldırmış küçük kız...
"Bu benim mekanla yaptığım, yaptığım eşyanın da mekanla yaptığı diyalog çeşidine bir örnek. Bu, mekanın ve eşyanın, iki insan arasındaki diyaloğa aracı olması için bir örnek."




Ayrışma

Ve 2016 kışında arkadaşlarıyla kartopu   oynarken, camı kırılan bir esnafın acısını bıçaklayarak çıkardığı Nuh Köklü için yaptığı heykel "Ayrışma"...
Kadıköy, Yeldeğirmeni semtinde... Olayın meydana geldiği sokağın başında...

Aynı bedenden çıkan iki ayrı gövde...
Birinin başı bir kafes içinde...
O kafeste köşede bir küçük çocuk...
Çocuğun elinde bir ufak kartopu...
Diğeri, bir eliyle kafesin kapısını aralayıp küçük çocuğu serbest bırakmaya çalışırken, diğer eliyle bedenine saplanan bıçağı tutan ele hamle yapıyor, ama nafile...
Ve o cümle...
"Neresine vursa kalbine gelirdi..."

"Herkesin geçmişe dönük bir sürü hatasını aynı anda kabullenip aydınlanmasını bekleyemeyiz. Ama belki de bu heykeli gören binlerce kişiden üç-beş tanesi bunu yapıp düşünerek, 'acaba benim gösterdiğim tepkilerin bir kısmı çocukluğumda yaşayamadıklarından mı kaynaklanıyor?' diyebilecek.
Belki bu ayrışmayla yüzleşmek birkaç kişide farkındalık yaratıp
'birleşme'ye dönüşecek. Benim geçmişe dönük bırakmak istediğim katma değer budur” sözleriyle ifade ediyor.



Seramik kursunun olduğu bir çarşamba günü, arka sokaktan
Moda’ya yürürken, atölyesinde çalışan İskender Giray’ı görünce şaşırdım; Moda’da olduğunu duymuştum ama yerini bilmiyordum…
Halide Edip Adıvar Lisesi 9.sınıf öğrencileri ile birlikte gerçekleştireceği bir enstalasyonla ilgili hazırlık yapıyordu…
Çalışmalarını çok beğendiğin bir sanatçı ile sohbet etmek büyük şans… soruyorsun, söylüyorsun, dinliyorsun…



Ve gelelim bugüne...
Ben bu yazıyı yazalı uzun bir zaman oldu,





fakat yayınlamadan önce kendisiyle tekrar konuşup bazı detayları sormak istedim, ancak bir türlü fırsat olmadı, atölyede olduğu zamanlara denk gelemedim...
İçimden doğru zamanda yeniden karşılaşacağımızı biliyordum, fakat bu kadarını tahmin etmem mümkün değildi...




Bu hafta pazartesi günü (22.05.17) atölyesinde çalışırken görünce çok sevindim...
Ben aklımdaki soruları sorarken artık imzası haline gelmiş tarzıyla yaptığı bir heykeli üzerinde son çalışmalarını yapıyordu.
" 'Dayanışma' bu" dedi, "cuma sabahı yerine yerleştireceğiz... Moda Parkı'na..."
" Ben de gelebilir miyim? "
" Gelebilirsin tabi. "

Böylece sabah saat 10.30da Moda'daki atölyesinin önündeydim...
İskender Giray, arkadaşı Cem Yıldız, 14 yaşındaki yeğeni Ata ve harika masmavi gözlü Pasha'nın tasmasını tutan ben, çok da uzak olmayan Moda Parkı'na doğru yürümeye başladık.
Hava ne sıcak ne soğuk, biraz bulutlu, çok çok az yağmurluydu...
Yani tamm da heykel yerleştirmelik bir hava vardı 😊

Biz oraya varıp da heykelin konulacağı yere malzemeleri bıraktığımız da park görevlileri de koşup yardıma geldiler... Ben de bol bol fotoğraf çekip video paylaşımı yaptım.
Fırtına sırasında kökleri yerinden oynayan ve hafiften yana doğru eğrilen bir ağaca Kadıköy Belediyesi bir metal destek yapmış ve ağaç hayata tutunmuş, hatta köklerinden yeni filizler vermiş... İskender Giray bu desteği öyle güzel yorumlayarak ortaya "Dayanışma" heykelini çıkarmış ki...
"Geçen yıl fırtınada yıkılma eşiğine gelmiş bir ağaç. Bize yaşam kaynağı olurken karşılık aramadı ve şimdi biz ona destek olup yaşatacağız, sonra da o bizi... #dayanışma ihtiyaçtır hayatta, su gibi, yemek gibi..."

İnsanın içinde tutamayacağı bir derdi, bir hikayesi, bir isyanı, bir coşkusu varsa, elindeki metal bükülüyor şefkat oluyor, kıvrılıyor sevinç oluyor, sıcacık güneşten sararmış buğday başağı, buz gibi kartopu oluyor…
Aslolan ise insana bunları yaptıran o dert, o hikaye, isyan ve coşku…
Herkesin baktığını, başka bir frekanstan yakalayan, başka boyutuyla hisseden; bunu da olabilecek en mütevazı şekilde, gösterişten uzak, içine kapanarak ifade eden ve ortaya çıkan sonucu caddeye parka sokağa bırakan bir sanatçı var karşımızda… Zihin, kalp ve ruhu bütünleştiren bir işi gördüğünde insanın anlatacak kelime bulamaması işte bu yüzden…

Eline, koluna, gözüne, yüreğine sağlık İskender Giray...
İyi ki varsın...









   Let love rule...








😉😉😉

1 Mayıs 2017 Pazartesi

ŞAHMARAN'IN GÖZLERİNDE MASALLAR...UÇURTMALAR...



Şahmaran efsanesini anlattığım ve Mehmet Aksoy’un muhteşem “Şahmaran’ın Katli” eserini paylaştığım ilk yazımı hazırlarken, benim de hayatım yavaş yavaş bir masala dönüşmeye başladı…
Belki de zaten olduğu gibi bir masaldı da ben ancak farkına vardım…
Her sabah bir varmış, bir yokmuş diyerek güne başlamak, kendini masalın götürdüğü yere akmaya bırakmak, hayatı masal gibi yaşamak… illa ki tozpembe peri masalı tadında olmasını gerektirmiyor… acısıyla tatlısıyla, iniş yokuş, dere tepe… ama masal gözüyle bakıp masal kulağıyla işitince algılamalar da başkalaşıyor…
Zamanında bir Şahmaran ustası "herkes kendi Şahmaran'ını arar,o yüzden herbiri farklıdır." demiş...
Nuray Çaylak Demirel’in Koşuyolu'ndaki atölyesine ilk gittiğim günden itibaren birbirimize karşı duyduğumuz sempati ve sıcaklık öyle büyüktü ki... İnsanı kalbiyle kucaklayan biridir Nuray Hocam, çok sevdiğimdir, çalışmalarına hayran olduğum ve başarılarıyla gurur duyduğumdur... Şahmaran’ı yazarken aklıma ilk onun Kibele ile harmanlanmış Şahmaran yorumu düştü...  Geçen yıl Paris'te Anadolu Kültür Merkezi'nde açılan, Saküder üyesi 24 sanatçı ile birlikte, tek seramik sanatçısı olarak katıldığı "Anadolu'dan Esintiler" isimli sergide yer alan Şahmaran'ı... Şu anda Paris'te Unesco'nun daimi sergisinde bulunmakta.


Sonra arkadaşım Nazan Havuş'un Şahmaran'ı... Kalbimden geçen, peşine düştüğüm, izini sürdüğüm masalları paylaştığım arkadaşım Nazan… Mayıs 2014’te İtalya’da Pietrasanta kentinde düzenlenen La Donna e L’arte (Kadın ve Sanat) sergisinde yer almış bu iki Şahmaran yorumuyla… 
Almış karşısına insanoğlunu anlatıyor, hayattan, memattan, hıyanet ve sadakattan... Güzel insan, çirkin yılan... Çirkin insan, güzel yılan... Yarısı insan, yarısı yılan...

Bu noktada son 1 senedir atölyesinde sadece ahşap baskı konusunda değil, sanata, zanaata, el emeğine, geleneksel olanla modern zamanı ve imkanları birleştirme konularına bakış açısından bizlere çok şey öğreten ustam Tahsin İstengel'in Şahmaran çalışmasından bahsetmeden geçemem...
Masal bu ya, Beylerbeyi Sabancı Olgunlaşma Enstitüsü'nde bu yılki kapanış çalışmamız da Anadolu Masalları üzerine olacaktı... Konu, Şahmaran hayatıma girmeden çok önce belirlenmişti... Bense bir türlü içime sinen temayı bulamamıştım... 
Şirince'de kaldığımız odanın duvarında...
Ne yaptığımı pek de bilmeden birkaç masalın çevresinde dolaşırken, göz göze geldim Şahmaran ile... yıllardır çevremde miydi yoksa... bilmiyorum... çocukluğumda Tarsus'un sokaklarında... yıllar sonraysa Şirince'de küçük bir otel odasının duvarında...
Çizip oymaya başladığımda, o bildiğimi 'sandığım' geleneksel figürün detaylarına ne kadar kör kalmış olduğumu farkettim... 
güzelliği aşama aşama açtı kendini... üçler beşler yediler kırklar…
kalıbını oyup kumaşa yaptığım baskı
güç sembolü boynuzları ve başındaki tacı, boynundaki üç sıra kolyesi, sallantılı küpeleri, altı tane yılan başı ayağı ve dev gövdesinin ucunda taçlı yılan başı kuyruğu ile hem aşina hem yabanıl... Yüzünün iki yanından uzanan saçları her ne kadar insani unsurlar olsa da, bana Tanrıça'nın sembolünü hatırlattı...


Masal ne de güzelmiş diye düşünürken, mart ayının sonlarına yaklaşırken, bir gün öyle bir gelişme oldu ki… Ahşap baskıdan arkadaşım Nuray Lüküs’ün şu mesajı ile: “İremcim merhaba, instagramda Ebuburak isimli bir sayfa var, çok güzel Şahmaran çalışmaları yapıyor, müsait olunca bir bak istersen…”

Masalımın yeni bölümünün başlığı olsa olsa şu olur…
“Mezopotamya’da bir camaltı ustası, bir masal anası ve bir uçurtma sevdalısı…”

Ebu Burak... Ben diyeyim beş bin yıl önce, siz deyin şimdi…

Mardin halkı tarafından Ebu Burak olarak bilinen Tacettin Toparlı, Mardinli bir ailenin altı çocuğunun ilki olarak dünyaya gelmiş. Bakır ustalığını dedesinden ve babasından usta çırak ilişkisiyle öğrenen Tacettin Usta'nın Şahmaran ve cam altı sanatını yaşatması ise onu konusunda en özel sanatçılardan biri kılıyor...
Mardin yöresinde bir ailenin büyüğü vefat ettiğinde, geride kalan genç nesil, o şahsa ait eşyaları bazen ihtiyaçtan, bazen sahip çıkamamaktan dolayı satışa çıkarmak zorunda kalırmış. Tacettin ustanın dedesi bir gün böyle bir durumdaki evin satışa çıkan tüm eşyalarını satın almış. Bu eşyalar arasında her evde mutlaka bir tane bulunan bir cam altı resmi Şahmaran varmış, dede Şahmaran'ı dükkana asmış. O yıllarda 10 yaşlarında olan Tacettin usta ertesi gün,kendisini büyüleyen Şahmaran'ın karşısına geçmiş, uzuun
uzun bakışmışlar ve bir an gelmiş "Seni yapacağım" demiş. "Dükkandaki bütün işler aksadı ve bir ton azar işittim babamdan ve dedemden Şahmaran yüzünden. Nasıl yapılır, nasıl edilir, evirdim çevirdim incelemeye başladım, fırça yok, cam yok, boya yok, bulmak zor. Bir cam kestim ve boyalı Şahmaran resmiyle üst üste koydum ve çizmeye başladım. 



Tersini çevirdiğim zaman, ben bu işi yaparım, dedim.

Yaptığım çalışmalar şu anki halini alana kadar epey bir cam zayiatı verdim. Boyadığım cam altlarının çoğunu başlarda mesleğin ölmemesi ve Şahmaran'ın unutulmaması için hediye olarak dağıttım. Şimdilerde insanlar tekrar evlerine Şahmaran almaya başladılar."
Bir efsane, bir masal olarak çağları aşarak bugünlere gelen Şahmaran, Ebu Burak ustanın elinden canlanırken, dilinden de çağlayarak insanlığa seslenmeye devam ediyor... Çünkü Ebu Burak aynı zamanda bir masalcı...


Mardin'de Revaklı Çarşı'daki dükkanında Ebu Burak usta Şahmaran'ın hikayesini anlatıp sözlerindeki ve dahi gözlerindeki anlamı çözedursun, çook uzak bir diyarda, gözlerin alabildiğine uzanan Mezopotamya ovası yerine, yüksek yüksek beton binaları gördüğü; denizin iki yanında uzanan, baharda herşeye rağmen mimozalarını, erguvanlarını, mor salkımlarını açan ve onların kokusuyla insanlarına bir anlığına beton binaları unutturan bir başka masal kentinde bir genç kadın Simurg'un peşine düşen kuşlarla beraber vadileri aşmaya hazırlanıyormuş...

Deniz Soruklu Evren, Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi okumuş, Ekol Drama'da Ayla Algan ile çalışmış, çok da mutlu olmuş, fakat içindeki çocuk, masal anlatmak, masal dinlemek, masalla kucaklamak, kucaklaşmak, masalla şifalanmak, şifalandırmak tutkusuyla yerinde duramıyormuş... Ve bunu özellikle çocuklarla, daha da ötesinde ezilmiş, çocuklukları ellerinden alınmış çocuklarla yapmak istemiş... Bu düşüncelerle Kardeş Masallar Projesi'ni tasarlamış... 
Bu dönem tam da Suriye'deki iç savaş sonucunda yurtlarından kopmak zorunda kalan insanların ülkemize mülteci olarak geldikleri sürece rastlamış. Ekran karşısında içi burkularak haberleri izleyen, "birileri birşeyler yapsın" diyen insanların çaresizliğinin aksine harekete geçen Deniz, Hayata Destek Derneği'ne bu projesinden bahsetmiş ve insanlığın ortak mirası olan masalları kullanarak, farklı kültürlerden gelen, farklı dilleri konuşan çocukların aralarındaki engelleri kaldırarak iletişim kurmalarını ve bedenleriyle, mimikleriyle, resimleri ve ritmleriyle ortak bir dil oluşturmalarını sağlamak konusunda yola çıkmış.
Antakya, Mardin ve İstanbul'da, mevsimlik tarım göçünün en yoğun gözlendiği Şanlıurfa'nın Viranşehir bölgesinde ve Diyarbakır Ezidi kampında yolculuğunu sürdürmüş. Çocuklarla elele, göz göze oturarak masalın tılsımıyla oyunlar oynayarak..."Masal Anası" Deniz hikayelerini anlatırken, onların hikayeleriyle de buluşmuş... Çocukların travmalarını aşmasına yardımcı olmaya çalışırken onların sadece acılarına değil, hayallerine, umutlarına, dirençlerine tanıklık etme şansı bularak zenginleşmiş... 





Deniz Simurg'u bulma umuduyla yola çıkan 500 kuşun 7 vadiden geçen yolculuğunu, Ebuburak Usta ise Şahmaran'ın 7 kat yerin altından dünyaya uzanan hikayesini anlatırken, yolları 2014 senesinde Mardin'de kesişmiş... 
Bu Zümrüd-ü Anka ile Şahmaran'ın hikayelerinin, yani şifanın ve bilgeliğin de kaynaşması olmuş... Sessizliğin, satır aralarının ve masalların diliyle anlaşıp bu dili tüm çocuklara, insanlara, dünyaya ve evrene taşımaya niyet etmişler... Çünkü sadece çocukların değil, kocaman kocaman insanların içlerinde saklanmış ve belki artık seslerini duyuramayan çocukların da, kedilerin, köpeklerin, ağaçların, kuşların, dağların, taşların ve ovaların, yani dünya ananın da masallara ihtiyacı varmış... Çünkü çekilen acılar bir hikaye, bir masal olarak görülmeye başlandığı zaman şifalanmaya başlıyormuş...

Masalımızda bir uçurtma prensi de var… Zahit Mungan… 26 yaşındaki bu genç adamın ömrü gökyüzünde uçurtmalarla geçiyor desek yalan olmaz…
Masal Anası Deniz ile Viranşehir'de Uçurtmamdan Masallar'da birlikte çalışmışlar... Deniz masallar anlatırken Zahit çocuklarla uçurtma yapmış ve hepbirlikte Viranşehir sokaklarında işte böyle koşarak uçurtmalarını uçurmuşlar...

Videoyu Kardeş Masallar Projesi'nin facebook sayfasından izleyebilirsiniz...
https://www.facebook.com/Karde%C5%9F-Masallar-Projesi-297647797279865/

Gökyüzü ile yeryüzü arasında ilişkiler kurmak, insanlığın çok eskiden beri üzerinde düşündüğü bir konu olmuş... İnsanlar, engin göklere ulaşmak hayaliyle uçurtmaları kullanmışlar... Daha sonraları dini inançlar gereği, bu oyuncakların yasaklandığı dönemler de olmuş. Ancak hiçbir zaman uçurtma tarih yüzünden, dünyadan ve gökyüzünden eksik olmamış.
Uçurtmanın semalarından eksik olmadığı bir yer Mardin. Mardinliler için uçurtmanın ayrı bir yeri var. Bu kale şehrinde tek bir gün uçurtmasız geçmemiştir. Mardin sokaklarından gökyüzüne baktığınızda mutlaka en az bir tane uçurtma görürsünüz. Mardin'indeki tek katlı evlerin damlarında çocukların sürekli uçurtma uçurduğu bir şehirdir. 
Zahit Mungan da 6 yaşında tutulmuş uçurtma sevdasına… küçük küçük uçurtmalar yapıyormuş, fakat babası karşıymış, uçurtma yapmasını istemiyormuş… O ise Mardin Kalesi’ne çıkma hayallerinde gizli gizli yapıyor uçurtmalarını… Sonra doğru evlerin damlarına, uçurtma uçurmaya, hayallerini göklere salmaya… Bu sevdayla o damların tepesinde bir sürü de tehlike atlatmış tabi…
14 yaşına geldiğinde internetten Martı uçurtma Kulübü ile tanışıyor ve bu sayede uçurtma yapımıyla yakından ilgilenen insanları tanıyarak uçurtma modelleri, projeleri hakkında bilgi sahibi oluyor... O andan itibaren duyduğu tutku ve heyecan ile de bugünlere kadar geliyor…2006da ailesi ve arkadaşlarıyla düzenlediği küçük çaplı ilk uçurtma şenliğini 2008-09-10 yıllarında açtığı uçurtma koleksiyonlarından oluşan sergiler izliyor… Her bir adımda yeni ilhamlar bularak daha büyük ve gelişmiş uçurtmalar yapıyor, hatta dev üç boyutlu uçurtmalar yapmaya başlıyor.
Tüm bunları yaparken çocukluk hayali hep aklının bir köşesinde duruyor: Mardin Kalesi’ne çıkmak…
Fakat ne çare ki çıkmak mümkün değil… başlayan restorasyon, 50li yıllardan kalan NATO radarı yüzünden kesintiye uğruyor ve kale bir türlü açılamıyor…
Engeller hayalleri öldürmez belki biraz geciktirir... işte Zahit Mungan da bu imkansız düşü gerçekleştirmek için başka bir çözüm buluyor: uçurtmaya bağladığı kamera sistemi ile hava fotoğrafçılığı yapmak... "İlk başlarda cep telefonumu bağlayarak çektiğim videolardan fotoğraf elde etmeye çalıştım, sonrasında uçurtmaya bağladığım fotoğraf makinesi ile tarihi kenti tüm detaylarıyla görüntülemeyi başarabildim." 

 Mardin Kalesi’nin, kalenin hemen altından itibaren uzanan o kendine özgü şehrin, Mardin Müzesi’nin, Kasımiye ve Zinciriye Medreseleri’nin, Ulu Cami’in,  Deyrülzafaran Manastırı’nın, Kırklar Kilisesi’nin, Dara Harabeleri’nin muhteşem fotoğraflarını çekiyor… Bu fotoğraflarıyla Mardin Müzesi’nde ve İstanbul’da Ataşehir Marev’de sergiler açıyor… 
Hem yurtiçinde, hem de Malezya, Tayland ve Hindistan’daki birçok uçurtma festivaline katılıyor… En son 2017 Ocak ayında Hindistan’ın Ahmedabad kentinde her yıl düzenlenen, dünyanın en büyük uçurtma festivallerinden birine, üç boyutlu son derece özel bir uçurtmayla katılıyor… Mardin’in en önemli sembollerinden Şahmaran ile… Mardin'de nereye bakarsanız bakın bir Şahmaran vardır ya, artık neredeyse gökyüzüne baktığınız zaman bile Şahmaran ile karşılaşabilirsiniz Zahit Mungan sayesinde… 
Uçurtma ama ne uçurtma… Çizimi Canan Budak tarafından yapılmış ve  Şahmaran’ın şanına yakışır şekilde, 8mt uzunluğunda, 1,5mt eninde, 6 yılandan ayağı ve kuyruktaki yılan başıyla, 100 metrekare paraşüt kumaşıyla, 800 parçadan oluşuyor…  5 ayda yapılabilmiş muhteşem bir uçurtma… 




Çok kısa bir süre önce, 21-24 Nisan 2017 tarihleri arasında Mardin'deki uluslararası uçurtma festivalinde 10 ülkeden gelen katılımcılar, Türkiye'nin çeşitli kentlerinden gelen profesyoneller uçurtmalarını, Mardin'in uçurtma damlarında, kırlarında ve yıllar sonra festival için açılan Mardin Kalesi'nden gökyüzüne bıraktılar.





Ve gökten üç elma düşmüş🍎🍎🍎

Ve gökten üç uçurtma geçmiş...🎐🎐🎐
Birinin kuyruğundan bilgelik ve şifa pırıltıları yağıyormuş...
Birinin kuyruğundan umut ve barış rüzgarları esiyormuş...
Birinin kuyruğundan da çocukların kahkahaları tüm evrene çınlıyormuş...





   Let love rule...