Bu Blogda Ara

24 Kasım 2017 Cuma

MARDİN... IV.Bölüm...

Müzenin fuardaki standından aldığım seramik güvercini, kendisini yapan ustaya el öpmeye götürdüm bugün... Daha önce instagramda paylaştığım fotoğrafına “tanıdık geldi” yorumunu yapan Hamdullah Aydoğan... Görünce hiç şaşırmadı, sanki bekliyormuş gibi hoşgeldin dedi... Atölye müzenin arka sokağında, son derece kendine özgü bir yer... Burası bu hafta en sık uğradığım mekan oldu, Marangozlar Kahvesi’nden sonra tabi :)
Hamdullah futbol sevdası ile spor akademisi sınavlarına girmek üzereyken yaşadığı bir sakatlanma sonucunda anında manevra yapıp diğer tutkusunun peşinden gitmek üzere güzel sanatlar fakültesi sınavlarına girmiş bir adam... Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde heykel bölümü olmadığı için resim bölümüne başlamışken, bak şu kadere dedirtecek şekilde açılan heykel bölümüne direkt geçiş yapmış bir adam...
Hayat koştur koştur geçerken bir duran düşünen, merak eden, soru soran, cevap arayan, çözüm
üreten, ‘sahildeki yüzlerce deniz yıldızından birini birkaçını denize atan ve onlar için farketti’ diyen bir adam... Kaldığımız yerden devam edermiş gibi sohbet ederken elinde evirip çevirdiği çamuru bir güvercine dönüştüren, hatta yetinmeyip güvercinin içinde önce bir boşluk oluşturup sonra boşluğu nefesiyle dolduran ve çamurdan yarattığı boşluğa nefesiyle şarkı üfleyen biri...


Çamur, sırlama, kalıp alma, fırın dereceleri derken, konu nasıl oldu da nesli tükenmek üzere olan bıldırcınlara geldi... Sanırım derinlerden gelen bir cikcikleme duydum... Alet çantasına benzeyen, içinde ışıklar olan bir kutu vardı yerde... Kapağı bir açtı ki meğer hazine sandığıymış, minik yumurtalar, bazıları çatlamış, içinden bıldırcın yavrucukları çıkmaya çabalıyor, bazılarının henüz vakti gelmemiş... Tasarım atölyesinde gördüğüm bu manzara karşısında ben ağzı açık...
Çocukluğumuzda on adımda bir bi bıldırcın görürdük diye anlatıyor...
Bıldırcın narin bir kuş, güvercinler gibi çok atak uçabilen bir yapısı yok... Bir havalanmada 10 metre uçup iniveriyor, bunu bir iki üç sefer yapınca da yoruluyor...

Yörede yılda iki ürün alma gayretlerinden kaynaklı anız yakma mecburiyetinden malesef bıldırcınlar da nasibini alıyor... Mardin’de eski yıllara göre çok azalmışlar, yazık...
Hamdullah anız yakma “mecburiyeti” durumuna özellikle vurgu yapıyor... Sadece bu konuyu bile ayrı olarak uzun uzun konuştuk, bilmediğim ne çok şey var...
Sonra kaç tane yetiştirip doğaya salsam kardır diye düşünerek, 10 tane bıldırcın satın almış, yumurtladıkları zaman da yumurtaları alıp kuluçka makinasına koymuş... Benim gördüğüm ışıklı kutu kuluçka makinasıymış yani....
Orada bulunduğum süre zarfında gün gün nasıl büyüdüklerine şahit olmak ne güzeldi...
Geçen sene 35 adet çoğalmış, 22 tanesini doğaya bırakmışlar, geri kalanlar yine çoğalmak üzere Mardin Müzesi’nde barınıyorlar...





Çevredeki ara sokaklarda biraz dolaşıp tekrar döndüğümde atölyede Bedir Tırpan saz çalıyordu....
Küçük seramik güvercin onu dinliyordu...
Arkasındaki kapıdan güzel bir ışık geliyordu... Sokaktan kediler ve fotoğrafçılar geçiyordu... 
Zaman kavramı yoktu... 
Hayat ise bir film şeridiydi...








Bildiğim bir ezgiydi çaldığı... bittiğinde söyledi... dil yarası...

“Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol var ki saygı ve sevgidenmiş
Dil yarası dil yarası en acı yara imiş
Dudaktan kalbe bir yol varki sevgi ve şefkattenmiş”

Konuştuk biraz... mahallenin kedilerinden, Mardin’den, müzikten...
Sonra başka bir gün de Masalcılar Buluşması katılımcıları için hazırlanan hatıra eşyalarını paketledik birlikte, ben birazcık yardım ettim sadece... 





Sessiz sakin telaşsız, ama çabucak pratik davranan bir insan... 
Kimse farketmeden işleri yoluna koyan insanlardan... 
Sonra başka bir gün, "bileziğin atölyede düşmüş, buldum sakladım", diye müjde vermeye geldi...
Çok sevdiğim bir arkadaşımın hediyesiydi, benim için çok değerliydi...



Ve başka bir gün yine atölyede otururken, elinde bir kutu ile geldi, burada her bir kutunun içinden hazine çıkıyor... Bir açıldı ki, içinden 41 çeşit malzemeli aşure çıkmaz mı !
Ne mutlu birşey, bu yıl aşureyi Mardin’de yemek nasip oldu... Bir kase aşureye bu lezzeti veren nedir diye düşünmemek elde değil... 
41 çeşit malzeme mi, karan karıştıran eller mi, hazine kutusunu kucaklayıp getiren mi...
Aldık kabul ettik, afiyet şeker oldu valla...
Bolluğun bereketin daim olsun Mardin...

Daha önceki bölümlerde de bahsetmiştim, ben bu şehre gelmeden önce Mardin'e dair pek çok belgesel izledim, onlarca fotoğrafçıyı takip ederek farklı gözlerden Mardin'i görmeye çalıştım...

Yine de hep biliyordum ki, Mardin'i İstanbul'dan görmek ile onun içindeyken görmek arasında çok büyük fark vardır...

Evet fazlasıyla büyük bir fark olduğunu her gün yaşayarak gördüm burada...


Fakat tahmin edemediğim daha ilginç bir detay vardı...
İstanbul'da oturduğum yerden şehrin güzel bir fotoğrafını görmek içimde büyük bir özlem uyandırıyordu...

Ancak buradayken örneğin instagramda bir Mardin fotoğrafı gördüğümde, kapıdan çıkıp o manzaraya kavuşmak...

o sokaklarla kucaklaşmak, Mezopotamya'ya dalmak...

fotoğraftaki insanlarla, çocuklarla karşılaşıp selamlaşmak...

fotoğrafta gördüğün kapıyı aralamak an meselesiydi...



Doğma büyüme Mardinli olanların bu şehre bakışları ile
benim gibi "sonradan görüp" içi Mardin'e akan birinin şehri algılayışı arasında ne gibi farklar vardır;
bunun detayına girmeye çok fırsatım olamadı, küçük sohbetlerde yakalamaya çalıştığım detaylar bunlar...
Ancak her görüşünde ilk sefer görmüş gibi, kanıksamadan, normalleştirmeden, kendi özgün ve kadim halinde kalmasını tercih ederek, evcilleştirmeye çalışmadan sevmek...

İçinde olduğun yerin, içinden geçtiğin abbaranın, bu şehrin bunca yıl sonra hayatıma girmesinin ne kadar özel ve (hadi hazır olun, abartıyorum) ne kadar mucizevi olduğunu bilerek,
her an hissedip, nefesine karışarak, dünyama girmesine izin vererek, yani onunla interaktif yaşayarak, alarak ve aldığım kadar aynı anda vererek...
Bunlar için 47 yaşıma gelmeyi beklemem gerekiyormuş... Sahi Mardin'in plaka numarası da 47 !!! İşin sırrı bu muydu yoksa 😉




Bununla bağlantılı olarak Hamdullah ve bu tasarım atölyesi ile ilgili beni çok mutlu eden birşeyi daha anlatmak istiyorum... 1.caddenin diğer ucunda, kaldığım oteldeydim... Hamdullah’ın instagramda canlı yayın başlattığını gördüm, atölyede yine müzik vardı... Ve bu sefer 1450 kilometre uzaktan izlemek zorunda değildim... “Sakın kesmeyin, uçarak geliyorum” diye yazıp, sanırım gerçekten uçarak aştım caddeyi ve canlı yayına yetiştim... Artuklu Üniversitesi müzik bölümünde araştırma görevlisi olan Mahir Mak’ın elinde saz, karşısında rıbab çalan Rıbabi Koçer Bakır... Caddeden buraya varana kadarki uçuşum neymiş ki, burada parmaklar havalanmış uçuşa geçmiş, nasıl güzel çalıyorlar karşılıklı...



Mahir Hoca’yı ilk kez Mardin’in Sesleri videosunda görmüştüm...
Mardin’in geleneksel üç halk ezgisinin, 48 müzik sanatçısı tarafından Türkçe, Arapça, Kürtçe, Süryanice ve Ermenice olarak seslendirildiği bir kısa film...
Yapımcılığını Nihat Erdoğan’ın üstlendiği filmin yönetmenliğini Cem Barışcan, müzik yönetmenliğini Artuklu Üniversitesi Müzik Bölümü araştırma görevlisi Mahir Mak üstlenmiş.
Mahir Hoca  "müzik yönetmenliğini üstlenmiş" diyerek bir cümlede geçilemeyecek kadar derinden içinde bu projenin...

Bir ay doğdu karşıdan...
Yar bakıyor damdan...
Dalal oy Dalal
Bir kez yanımdan gel geç...
Aklım al başımdan
Dalal oy Dalal...

Bir tel çektim Mardin'den 
Bin ah çektim derdinde...
Le le le yar Sabiha...
Babısor suyu gibi...
Yaş gelir gözlerimden...
Lel le le yar Sabiha...





Yola çıktım Mardin'e
Düştüm senin derdine...
Mevlam sabırlar versin...
Yarini yitirene...





Mardin’in Sesleri için 500 saatlik çekim yapılmış ve 13 dakikalık kısmı filmde kullanılmış...
Proje için bu üç eserin seçimi, notasyonu ve düzenlemesinin yapılması zaten başlı başına önemliyken, bu eserleri farklı dillerde okuyacak farklı etnik yapılardan kişilerin seçilmesi, sıralanması ve bu okuyucuların çalıştırılması, ayrıca farklı dillerde seslendirilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması da hep Mahir Hoca'ya ait... 

Stüdyoda ve seslerin kayıt aşamasında bulunarak, 48 okuyucunun yer aldığı bir projenin uyumlu bir şekilde kotarılması için sadece iyi bir müzisyen, iyi bir organizasyon yeteneği yeterli değil... 

Ben Masalcılar Buluşması'nın kapanış gecesinde Mahir Mak'a gösterilen sevgiye ve saygıya bizzat şahit oldum... 



Ancak bulunduğu şehirdeki insanların ve müzisyen dostlarının bu derece sevgisini saygısını kazanmış olan bir kişinin, geceli gündüzlü 1 senesini vererek ve sadece müzisyen kimliğini değil, insana ve şehre duyduğu sevgiyi ortaya koyarak yapabileceği bir iş bu...



Müze müdürü Nihat Erdoğan şöyle anlatıyor:
“Mardin’in Sesleri projemizi hazırladık. Müze personeli ve gönüllülerin desteği ile bütçesi olmaksızın yaklaşık 1 yıl sürdürülen çalışmalar neticesinde ortaya çıkan filmimizde, kültür varlıklarının yanı sıra somut olmayan kültürel miras taşıyıcıları da görünür kılındı. Bir arada yaşama kültürüne, kültürel çeşitliliğin zengin yapısına ve kardeşlik ortamına vurgu yapıldı.
Mardin kültür-turizm rotaları da göz önünde bulundurularak çekilen filmde, Mardinlinin kültürel mirasına yönelik farkındalığının artması ve bu mirasın tüm dünya tarafından tanınması hedeflendi.”

Filmin bir bölümünde bir grup genç, antik bir köyün kalıntıları gibi görünen bir mekanda, ellerindeki bir ritim enstrümanını çalıyorlardı... O enstrümandan yayılan sesi duyduğum anda hayran oldum...
Mekan: Bilale köyü
Enstrüman: Erbane
Çalanlar: Mustafa Ulutaş ve Mardin Gençlik Merkezi Erbane Topluluğu

23 Nisan akşamı ilk izleyişimde videoda bu enstrümanı gördüğümde aldığım kararımı uygulamak biraz zaman aldı... Şimdi 6 ay sonra, nihayet Faysal Macit’in erbane atölyesinde öğrenciyim... Masal devam ediyor ve hayatıma yeni kahramanlar
akıyor, atölye arkadaşlarım, ilk tanıştığım Dicle...
Tam ne güzel isim derken, Midyat’lı olduğunu öğrenmek...
Ve ve... Devamını anlatmayacağım, bana kalsın, şu an sadece yaşamak istiyorum bu masalı...

Kendi adıma bu filmi henüz bir kez bile gözlerim dolup akmadan izleyemedim... Mardin özelinde tüm Anadolu’nun hala keşfedilmeyi bekleyen unsurları olduğu duygusu çöküyor yüreğime her seferinde...
Yüzeysel kalmadan, üç beş fotoğraf çekip evine dönmeden, anlamaya, dinlemeye, işitmeye, görmeye çalışarak bakmak...
Bunun için fiziken bir ömrü Mardin’de, Van’da, Bitlis’te, Bingöl’de, Diyarbakır’da geçirmek gerekmiyor; bu tamamen frekansını buna ayarlamakla ilgili birşey...

Belki de bu filmin tetiklediği birşeydi 
taşlarımı yerinden oynatan, içimdeki bu güçlü titreşimi başlatan...
Baktığım manzaranın netleşmeye ve 
detay yüzlerini göstermeye başlamasını sağlayan...
Taşlar yerine oturdu mu, hayır henüz değil 
ya da belki zaten artık hiç oturmasın... 
Fikirler, kanılara ve yargılara varmasın, 
esnek, akışkan olsun...
Gözler ve kulaklar ilgili ve sevgili olsun...

Öğrenecek çok şey var...






💜




   Let love rule...

4 yorum:

  1. Yazıyı okudum, sonra da sondaki videoyu dinledim... İçimde canlanan, çocukken TRTde izlediğim ve artık yokolmuş Anadolu belgeselleriyle İstanbul'a kadar ulaşan Anadolu kültürü, zenginliği, Anadolu'mun kendi güzel, yüreği güzel, kavruk ve olgun insanları... öyle bir okyanusa girmişsin ki; içinde ne denizler var kimbilir...
    Ucundan da olsa yazdıklarını okuyup okyanusa bir bakış atmak bile güzel! Heyecanlandırıcı ve harekete geçirici bir duygu seli yarattı. Kalemine; ama önce yüreğine, tutku ve heyecanına sağlık İrem 🌹

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Orda bir köy var uzakta, denen yerlere, yakından bakmak istiyorum...
      Bugün Mardin, yarın kimbilir neresi 🕊💜

      Sil