Bu Blogda Ara

19 Kasım 2017 Pazar

MARDİN... III.Bölüm...

İstanbul’da yaşadığım yer olan Ataşehir son yıllarda eski Ataşehir olarak anılıyor... 
Eski denmesi, daha batıda yeni sitelerin yapılmasından ve odağın o tarafa kaymasından dolayı... 
Oysa eski denilen Ataşehir 25 sene içinde özellikle parkları, ağaçları ve sokak hayvanları ile kıvama gelmiş bir yer...
Hadi Ataşehir 25 senelik; ya 5000 senelik Mardin’e Eski Mardin denmesi ? 
Tuhaf geliyor doğrusu... Mardin, Mardin'dir, eski Mardin ne demek !
Kadim Mardin denilse tamam, öyledir, kadimdir...



Ben bu şehri öncelikle burada yaşayan insanların instagram canlı yayınlarından tanıdım desem yalan olmaz... Az gezmedik ana caddesinde, çarşılarında, arka sokaklarında, abbaralarında...
Abbaralar... İçinden hayat geçerken üstünde insanların ailelerin yaşadığı, sokakları birbirine bağlayan o tüneller...

Mardin, kale ile dağın etekleri arasında, güneye Mezopotamya’ya bakar şekilde, batıdan doğuya doğru uzanan, yaklaşık orta kemerinde 1.Cadde’nin bulunduğu bir yerleşime sahip... 






Anacaddeye üstte ve altta paralel olan sokakları, birbirine bağlayan, evlerin altından geçen abbaralar...
Evlerin altından derken, yerin altından değil, düz yolunda giderken karşına çıkan binanın içinden geçmeni sağlayan tüneller bunlar... 

Sen kendi yolunda ilerlerken, geçtiğin abbaranın üstünde misafirlerini ağırlayan aileler, oyun oynayan çocuklar, ev hayatlarını sürdüren insanlar yaşıyorlar... Yani üstü kişisel mülkiyet, geçit kısmı ise kamusal alan olan yerler buralar... 
Birkaç abbaranın birbiriyle kesiştiği yerler var... Buralar hava akımının oluşmasını sağlıyor...
Rüzgardan, yağmurdan, sıcaktan, soğuktan ve bazen de aşıkları meraklı gözlerden koruyor...
Abbaralar bazen sivri kemerli, basık kemerli veya yuvarlak kemerli olup, örgü sistemi beşik tonoz, çapraz tonoz olarak karşımıza çıkar.



Abbaralara dair en etkileyici yorumu Canan Budak’ın “Geçiş Serbest” adlı çalışmasında buldum... Çünkü mesele abbaraların dışardan gelen turist gözlere ifade ettiği “gizemli ve büyülü” anlamı değildi benim için; hayatını Mardin’de geçiren insanların günlük yaşamındaki başka boyutlarını görmekti... Kavisli olduğu için girişinden sonu görülmeyen bir abbaradan geçmek için, önce 13.basamağın en sağından bakarak içerinin güvenli olup olmadığını kontrol eden bir kız çocuğunun hislerini anlatan bu yerleştirmenin detayları için linki tıklayın lütfen...



Yine canlı yayınlardan birinde  görmüştüm Atilla Çay Parkı’nı... Caddenin ova tarafında Mezopotamya manzaralı bir yerdi... Tabelasını görünce dedim bi kaçak çay içeyim :)))
Ne fotojenik bir şehirsin sen ama...
Oturuyorum, çayım geliyor, karşımda uzanan koyu karanlık o kıpırtılı varlık, denizkıyısından balıkçı teknelerini izlemek gibi...
İçimden hiç sosyal medya gelmiyor, (hatta o gün bu gündür gelmiyor)...
Bu anı sadece kendimle paylaşmak istiyorum...
Yanda Şehidiye Camii’nin minaresi... Dolunaya kalmış birkaç gün...





Söylemişlerdi ilk gece uyuyamazsın diye, mışıl mışıl uyudum ve birkaç saat sonra uyandım ! Pencereden bir bakayım dedim... Nasıl bir mehtap... O oradayken dönüp yatmak mümkün mü...
Öyle pijamayla çıktım otelin terasına, gece 03.30...

“Şafağın sana söyleyecek sırları var, uykuya geri dönme.
Gerçekten istediğin şeyi sormalısın, uykuya geri dönme.
İki dünyanın birbirine dokunduğu kapının eşiğinden insanlar girip çıkıyor.
Kapı dönüyor ve açılıyor, sakın uykuya geri dönme.”
Mevlana



İki senedir ilk kez ağustos böceklerinin seslerini duyuyorum... Ne büyük lüks değil mi...
Saat 5 civarı okunan sabah ezanı... Diğer ezan vakitlerine göre fazladan bir cümlenin okunmasını bu kadar net duymak... es-salatu hayrun mine’n nevm...
Sol tarafımdaki tepenin ardından söken şafak, fecri bu kadar net görmek...
Sonrasında kahvaltı servisi başlayıncaya kadar az biraz uyuklamak ne büyük keyif...



Burada yaşadığım bir hafta boyunca elimde şehir haritasıyla o cami senin bu kilise benim tarzında değil de, yolda gördüğüm tabelaların bana yol göstermesiyle gezdim...
Yavaşlayarak, sakinleşerek, daha derin ve uzun nefesler alıp vererek geçirdim zamanımı...
Bugün ne yaptın sorusunu, ‘hiiiç, gezdim’ diye cevaplamak ne güzel birşey...

Bu gönlüme göre gezilerden biri, 4 Ekim dünya hayvanlar günüydü, akşam üzeri kale istikametinde merdivenlerden çıkarken kediciklerle eşeği gördüm... sabah kahvaltısından yanıma aldığım kaşar peyniri dilimlerini aralarında paylaştırdım...
Yaklaşık Mardin’e dair her gezi yazısında anlatılıyor, belki rast gelmemişsinizdir diye yazayım ben de... Mardin’de bir arabanın geçemeyeceği, geçse de zaten basamaklardan dolayı çıkamayacağı dar sokaklarında, eşekler belediyenin temizlik işleri birimine bağlı kadrolu elemanları olarak görev yapıp her gün çöpleri topluyorlar...
562 ana arter ve dar merdivenli ara sokakları bulunan Mardin’de sabahları ve akşamüzerleri yanlarında görevlilerle beraber ara sokaklarda dolaşarak çöpleri topluyorlar...
Bu gördüğüm de onlardan biriydi işte... Detaylı haber...


Kediciklerin ve eşeğin hayvanlar gününü kutladıktan sonra aynı sokakta yukarı doğru yürümeye devam ettim... Yukarıda kalenin tel örgüleri ile sınırlanıyor şehir, tepeye çıkış yasak...
Paralelden dik sokağa döndüğüm köşede üç kız çocuğu oturuyordu... Burası nereye çıkıyor diye sordum...
Kaleye çıkıyor ama gitme bu saatte, dediler... Havanın kararmasına daha vardı, yine de bırakmadılar... Su getireyim sana, otur bizimle biraz dedi en büyüğü... İyi tamam deyip oturdum bir basamağa... Orada ne kadar kaldım bilmiyorum, zaman eridi gitti... Hatta zaman neydi ki ? Allah muhabbetimizi arttırsın, bu an bitmesin diyerek mutlulukla...

- Abla senin adın ne?
- İrem
- Benimki de İrem ! 

Saşkınlıkla baktık birbirimize 😊
En büyük kardeş, 8.sınıfta İremcim... Ortanca kardeş  5.sınıftaymış...
Ve minnoşi, 5,5 yaşında o da...
Kimsin nesin, nerden geldin nereye gidersin, burada napıyorsun, beğendin mi, sevdin mi...
Bunlardan bazılarının cevabını ben de bilmiyorum... 
Ama onlara Mezopotamya’yı ilk gördüğüm anı anlattım; sonra da bu yaz ilk kez burada ağustos böceklerinin seslerini duyduğumu... 
Buna çok şaşırdılar, ilk kez mi, nası yani ?! 
Valla bi bilsem, ağustos böceksiz hayat olur mu, olmamalı...


Çektiğim fotoğrafları videoları izledik birlikte... Bir yanım İrem, bir yanım Zeynep, kucağımda Yasemin...

- Abla sana kahve yapayım...
- Yok içmeyeyim...
- Yapayım yapayım...

İki abla ok gibi fırladılar, bir fincan kahve için nasıl bir koşturmaca, ne mutlu bana... Biz de minnoşi ile muhabbet ettik... Sokaktaki “tedi ve töpetlerden” bahsetti bol bol... Merdivenin tee kaçıncı basamağından atlayabildiğini gösterdi... Gazete kağıtlarından kedilere nasıl yatak yaptığını anlattı... O sırada ablaların telaşı devam ediyor, ama nasıl keyifliler.... Derken Zeynep geldi elinde fincanla... Dedi köpüğü yok ama kusura bakma...

Ben de onlara hayatımda ilk kez kahve pişirişimi anlattım...
10-11 yaşlarındayım...
Yaz mevsimi, annanem evde yok o gün, dedem bana bir kahve yap hadi dedi... Koşarak anneme gittim, dedim kahve nasıl yapılır... Gösterdi bana mutfakta cezveye ne kadar kahve, şeker ve su konacağını... Cezveyi ocağa koydu, taşmadan al fincana dök dedi... İyi tamam kolaymış... Neyse ben pişirdiğim kahveyi dedeme götürdüm (gururla)...
E bunun köpüğü nerde???
Köpük ne???
O gün öğrendim ve hiç unutmadım...

Velhasıl o en azından kahvenin köpüklü olması gerektiğini biliyor, benden bir adım önde 😉
Abla sana bi çay yapayım mı, etabına geldiğimizde bende itiraz edecek hal kalmamıştı...
Sohbet çok güzel, gitmesen olmaz mı durumundayım oysa...
Çay içerken sabah beri çantamda benimle birlikte gezen kuru kayısılarımızı paylaştık... Okul aile iş hayat hayaller nasipler duygu duyarlılık özlem... bunları anlattık birbirimize... fotoğraflar çektik... Arapça bilmememe şaşırdılar... Hiç mi bilmiyorsun, yok hiç bilmiyorum... Bana öğrettikleri cümleleri söylediğimde anlayacak kimsem yok, sadece bu üç kardeş ile aramda kalan çok değerli bir anı...

Gün akşama dönerken, istemeyerek ayrılma vakti geldi... 
Dediler ki, gitmeden mutlaka bizim damdan Mezopotamya’ya bakmalısın... 
Bu eşsiz manzaradan daha güzel olan bir şey vardı, 
onların sevgi ve umut dolu gözleriyle birlikte bakıyor olmak...



O gece müzenin terasında dolunayın altında, şiirler, şarkılar, masallar vardı... 
Keşke sen de orada olsaydın... 
Ben  yanına gelsem...
Sen neler yaptın bugün, desen... 
Sana bu üç kız kardeşi anlatsam, birinin ismi İrem’di desem, anlar mıydın... 
İki İrem, iki de ufak kız çocuğu ve Mezopotamya... 
Bu şehirde konuşulan hiçbir dilin anlatamayacağı bir akşamüzeriydi...
İçimdekileri kendi yaşıtlarımdan daha dolu dolu hissettiler...
Sadece kalbin dilini duyanlara...

kefinti... başinti... ene ehebik habibi...
teğey nışrap kehve...
merdin iksir ikveyse...
aşk... kahve... hal hatır sorma...


Bak, keşke hayat bunlardan ibaret olsa demiyorum; 
keşkesi yok, hayat zaten sadece bunlardan ibaret.. 
debelenip duran bizleriz...


💜




   Let love rule...



2 yorum:

  1. Yazını okuyunca içimden şiir yazmak geldi... Öyle şiir gibi anlatmışsın ki; hiç bitmesin istiyor okuyan...
    Devamını bekliyoruz!!!!!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. tutma kendini yaz şiirini... biliyorsun, barajları tutan bir ufak kapak...

      Sil