İstanbul’da yaşadığım yer olan Ataşehir son yıllarda eski
Ataşehir olarak anılıyor...
Eski denmesi, daha batıda yeni sitelerin
yapılmasından ve odağın o tarafa kaymasından dolayı...
Oysa eski denilen
Ataşehir 25 sene içinde özellikle parkları, ağaçları ve sokak hayvanları ile
kıvama gelmiş bir yer...
Hadi Ataşehir 25 senelik; ya 5000 senelik Mardin’e Eski
Mardin denmesi ?
Tuhaf geliyor doğrusu... Mardin, Mardin'dir, eski Mardin ne demek !
Ben bu şehri öncelikle burada yaşayan insanların instagram canlı
yayınlarından tanıdım desem yalan olmaz... Az gezmedik ana caddesinde,
çarşılarında, arka sokaklarında, abbaralarında...
Abbaralar... İçinden hayat geçerken üstünde insanların
ailelerin yaşadığı, sokakları birbirine bağlayan o tüneller...
Mardin, kale ile dağın etekleri arasında, güneye Mezopotamya’ya
bakar şekilde, batıdan doğuya doğru uzanan, yaklaşık orta kemerinde 1.Cadde’nin
bulunduğu bir yerleşime sahip...
Evlerin
altından derken, yerin altından değil, düz yolunda giderken karşına çıkan
binanın içinden geçmeni sağlayan tüneller bunlar...
Sen kendi yolunda
ilerlerken, geçtiğin abbaranın üstünde misafirlerini ağırlayan aileler, oyun
oynayan çocuklar, ev hayatlarını sürdüren insanlar yaşıyorlar... Yani üstü kişisel mülkiyet, geçit kısmı ise kamusal alan
olan yerler buralar...
Birkaç abbaranın birbiriyle kesiştiği yerler var...
Buralar hava akımının oluşmasını sağlıyor...
Rüzgardan, yağmurdan, sıcaktan,
soğuktan ve bazen de aşıkları meraklı gözlerden koruyor...
Abbaralar bazen sivri kemerli, basık kemerli veya yuvarlak
kemerli olup, örgü sistemi beşik tonoz, çapraz tonoz olarak karşımıza çıkar.
Abbaralara dair en etkileyici yorumu Canan Budak’ın “Geçiş
Serbest” adlı çalışmasında buldum... Çünkü mesele abbaraların dışardan gelen
turist gözlere ifade ettiği “gizemli ve büyülü” anlamı değildi benim için;
hayatını Mardin’de geçiren insanların günlük yaşamındaki başka boyutlarını
görmekti... Kavisli olduğu için girişinden sonu görülmeyen bir abbaradan geçmek
için, önce 13.basamağın en sağından bakarak içerinin güvenli olup olmadığını
kontrol eden bir kız çocuğunun hislerini anlatan bu yerleştirmenin detayları
için linki tıklayın lütfen...
Yine canlı yayınlardan birinde görmüştüm Atilla Çay Parkı’nı...
Caddenin ova tarafında Mezopotamya manzaralı bir yerdi... Tabelasını görünce
dedim bi kaçak çay içeyim :)))
Ne fotojenik bir şehirsin sen ama...
Oturuyorum, çayım geliyor, karşımda uzanan koyu karanlık o
kıpırtılı varlık, denizkıyısından balıkçı teknelerini izlemek gibi...
İçimden hiç sosyal medya gelmiyor, (hatta o gün bu gündür gelmiyor)...
Bu anı sadece kendimle paylaşmak istiyorum...
İçimden hiç sosyal medya gelmiyor, (hatta o gün bu gündür gelmiyor)...
Bu anı sadece kendimle paylaşmak istiyorum...
Yanda Şehidiye Camii’nin minaresi... Dolunaya kalmış birkaç
gün...
Söylemişlerdi ilk gece uyuyamazsın diye, mışıl mışıl uyudum
ve birkaç saat sonra uyandım ! Pencereden bir bakayım dedim... Nasıl bir
mehtap... O oradayken dönüp yatmak mümkün mü...
Öyle pijamayla çıktım otelin terasına, gece 03.30...
Öyle pijamayla çıktım otelin terasına, gece 03.30...
“Şafağın sana söyleyecek sırları var, uykuya geri dönme.
Gerçekten istediğin şeyi sormalısın, uykuya geri dönme.
İki dünyanın birbirine dokunduğu kapının eşiğinden insanlar
girip çıkıyor.
Kapı dönüyor ve açılıyor, sakın uykuya geri dönme.”
Mevlana
İki senedir ilk kez ağustos böceklerinin seslerini
duyuyorum... Ne büyük lüks değil mi...
Saat 5 civarı okunan sabah ezanı... Diğer ezan vakitlerine
göre fazladan bir cümlenin okunmasını bu kadar net duymak... es-salatu hayrun
mine’n nevm...
Sol tarafımdaki tepenin ardından söken şafak, fecri bu kadar
net görmek...
Sonrasında kahvaltı servisi başlayıncaya kadar az biraz
uyuklamak ne büyük keyif...
Burada yaşadığım bir hafta boyunca elimde şehir haritasıyla
o cami senin bu kilise benim tarzında değil de, yolda gördüğüm tabelaların bana
yol göstermesiyle gezdim...
Yavaşlayarak, sakinleşerek, daha derin ve uzun nefesler alıp
vererek geçirdim zamanımı...
Bugün ne yaptın sorusunu, ‘hiiiç, gezdim’ diye cevaplamak ne güzel birşey...
Bugün ne yaptın sorusunu, ‘hiiiç, gezdim’ diye cevaplamak ne güzel birşey...
Bu gönlüme göre gezilerden biri, 4 Ekim dünya hayvanlar
günüydü, akşam üzeri kale istikametinde merdivenlerden çıkarken kediciklerle
eşeği gördüm... sabah kahvaltısından yanıma aldığım kaşar peyniri dilimlerini
aralarında paylaştırdım...
Yaklaşık Mardin’e dair her gezi yazısında anlatılıyor, belki
rast gelmemişsinizdir diye yazayım ben de... Mardin’de bir arabanın
geçemeyeceği, geçse de zaten basamaklardan dolayı çıkamayacağı dar
sokaklarında, eşekler belediyenin temizlik işleri birimine bağlı kadrolu elemanları
olarak görev yapıp her gün çöpleri topluyorlar...
562 ana arter ve dar merdivenli ara sokakları bulunan
Mardin’de sabahları ve akşamüzerleri yanlarında görevlilerle beraber ara
sokaklarda dolaşarak çöpleri topluyorlar...
Bu gördüğüm de onlardan biriydi işte... Detaylı haber...
Kediciklerin ve eşeğin hayvanlar gününü kutladıktan sonra
aynı sokakta yukarı doğru yürümeye devam ettim... Yukarıda kalenin tel örgüleri
ile sınırlanıyor şehir, tepeye çıkış yasak...
Paralelden dik sokağa döndüğüm köşede üç kız çocuğu
oturuyordu... Burası nereye çıkıyor diye sordum...
Kaleye çıkıyor ama gitme bu saatte, dediler... Havanın
kararmasına daha vardı, yine de bırakmadılar... Su getireyim sana, otur bizimle
biraz dedi en büyüğü... İyi tamam deyip oturdum bir basamağa... Orada ne kadar
kaldım bilmiyorum, zaman eridi gitti... Hatta zaman neydi ki ? Allah
muhabbetimizi arttırsın, bu an bitmesin diyerek mutlulukla...
- Abla senin adın ne?
- İrem
- Benimki de İrem !
En büyük kardeş, 8.sınıfta İremcim... Ortanca kardeş 5.sınıftaymış...
Ve minnoşi, 5,5 yaşında o da...
Kimsin nesin, nerden geldin nereye gidersin, burada
napıyorsun, beğendin mi, sevdin mi...
Bunlardan bazılarının cevabını ben de bilmiyorum...
Ama
onlara Mezopotamya’yı ilk gördüğüm anı anlattım; sonra da bu yaz ilk kez burada
ağustos böceklerinin seslerini duyduğumu...
Buna çok şaşırdılar, ilk kez mi,
nası yani ?!
Valla bi bilsem, ağustos böceksiz hayat olur mu, olmamalı...
Çektiğim fotoğrafları videoları izledik birlikte... Bir
yanım İrem, bir yanım Zeynep, kucağımda Yasemin...
- Abla sana kahve yapayım...
- Yok içmeyeyim...
- Yapayım yapayım...
İki abla ok gibi fırladılar, bir fincan kahve için nasıl bir
koşturmaca, ne mutlu bana... Biz de minnoşi ile muhabbet ettik... Sokaktaki
“tedi ve töpetlerden” bahsetti bol bol... Merdivenin tee kaçıncı basamağından
atlayabildiğini gösterdi... Gazete kağıtlarından kedilere nasıl yatak yaptığını
anlattı... O sırada ablaların telaşı devam ediyor, ama nasıl keyifliler....
Derken Zeynep geldi elinde fincanla... Dedi köpüğü yok ama kusura bakma...
Ben de onlara hayatımda ilk kez kahve pişirişimi anlattım...
10-11 yaşlarındayım...
Yaz mevsimi, annanem evde yok o gün, dedem bana bir kahve
yap hadi dedi... Koşarak anneme gittim, dedim kahve nasıl yapılır... Gösterdi
bana mutfakta cezveye ne kadar kahve, şeker ve su konacağını... Cezveyi ocağa
koydu, taşmadan al fincana dök dedi... İyi tamam kolaymış... Neyse ben
pişirdiğim kahveyi dedeme götürdüm (gururla)...
E bunun köpüğü nerde???
Köpük ne???
O gün öğrendim ve hiç unutmadım...
Velhasıl o en azından kahvenin köpüklü olması gerektiğini biliyor,
benden bir adım önde 😉
Abla sana bi çay yapayım mı, etabına geldiğimizde bende
itiraz edecek hal kalmamıştı...
Sohbet çok güzel, gitmesen olmaz mı durumundayım oysa...
Çay içerken sabah beri çantamda benimle birlikte gezen kuru
kayısılarımızı paylaştık... Okul aile iş hayat hayaller nasipler duygu
duyarlılık özlem... bunları anlattık birbirimize... fotoğraflar çektik...
Arapça bilmememe şaşırdılar... Hiç mi bilmiyorsun, yok hiç bilmiyorum... Bana
öğrettikleri cümleleri söylediğimde anlayacak kimsem yok, sadece bu üç kardeş
ile aramda kalan çok değerli bir anı...
Gün akşama dönerken, istemeyerek ayrılma vakti geldi...
Dediler ki, gitmeden mutlaka bizim damdan Mezopotamya’ya bakmalısın...
Bu eşsiz
manzaradan daha güzel olan bir şey vardı,
onların sevgi ve umut dolu gözleriyle
birlikte bakıyor olmak...
O gece müzenin terasında dolunayın altında, şiirler,
şarkılar, masallar vardı...
Keşke sen de orada olsaydın...
Ben yanına gelsem...
Sen neler
yaptın bugün, desen...
Sana bu üç kız kardeşi anlatsam, birinin ismi İrem’di
desem, anlar mıydın...
İki İrem, iki de ufak kız çocuğu ve Mezopotamya...
Bu
şehirde konuşulan hiçbir dilin anlatamayacağı bir akşamüzeriydi...
İçimdekileri kendi yaşıtlarımdan daha dolu dolu hissettiler...
İçimdekileri kendi yaşıtlarımdan daha dolu dolu hissettiler...
Sadece
kalbin dilini duyanlara...
kefinti... başinti... ene ehebik habibi...
teğey nışrap kehve...
merdin iksir ikveyse...
aşk... kahve... hal hatır sorma...
Bak, keşke hayat bunlardan ibaret olsa demiyorum;
keşkesi
yok, hayat zaten sadece bunlardan ibaret..
debelenip duran bizleriz...
💜
Let love rule...
Yazını okuyunca içimden şiir yazmak geldi... Öyle şiir gibi anlatmışsın ki; hiç bitmesin istiyor okuyan...
YanıtlaSilDevamını bekliyoruz!!!!!
tutma kendini yaz şiirini... biliyorsun, barajları tutan bir ufak kapak...
Sil