Gelirsem turist gibi gelmem ama, dedim...
Turist gibi gelme zaten, dedi...
Zira kendisine ilk kez geleni fena halde çarpma gibi bir
huyu vardı bu şehrin... Ve ben bir boğa yükselen arslan kadını olarak öyle
kolay kolay hakkını teslim edip karşısında çözülme niyetinde değildim...
Uçak biletimi aldıktan sonra, yazın üç ay boyunca Mardin’i okudum, fotoğraflara baktım,
videolar izledim... Cami, kilise, medrese ve manastırlarından coğrafi yüzey
şekillerine, farklı meslek gruplarının ustalarından yöresel adetlerine,
düğünlerinden cenazelerine, yemeklerinden danslarına, bayram sabahlarına,
cafelerine ve güvercinlere nasıl takla attırdıklarına varana kadar...
Yaz boyunca Mardin Müzesi onbeşer günlük periodlar halinde
yaz okulları düzenledi... Çocuklar
masallar kurdular, camaltı sanatı çalıştılar, ahşap yakarak resimler
desenler çizdiler, uçurtma yapıp uçurdular, ebru sanatını öğrendiler, Karagöz
kukla yapımı atölyesine katıldılar... Müze içindeki Arkeopark’ta kazı
çalışmaları similasyonu yaparak bir tarihi eserin topraktan çıkarılmasından
sergilenmeye kadar giden yolu aşama aşama geçerek uygulamalı olarak
öğrendiler...
Bense Haydar Demirtaş’ın çektiği belgeselleri izledim...
Haydar
Demirtaş’ı takip etmemi bana, bir önceki bölümde bahsettiğim arkadaşım Fairuz
Aygül önermişti… İlk sinema eğitimini 2005 yılında Mardin Gençlik ve Kültür Evi’nde
BBC tarafından açılan atölyeden almış ve daha sonra 2006 yılında İstanbul
Kültür Üniversitesi’nin Mardin’de açmış olduğu atölyede devam etmiş… Atölye
sonunda İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi İletişim
Bölümü’nü yüzde yüz burslu okumaya hak kazanmış…
Son derece fotojenik ve sinematografik bir şehir Mardin… Yaratıcı
damarı yüksek olan insan için her
bir taşından ne hikayeler çıkan bir şehir… Haydar
da bunu kendi yetenekleriyle değerlendirerek son derece naif bir şekilde
yansıtıyor…
ilişkilerini anlattıklarında insan inanamıyor. Çünkü bir avluda beş hane yaşıyor ve beş hane bir mutfak kullanıyor. Bu şu anda mümkün değil. Apartmanlarda yaşayan insanlar birbirlerini tanımıyorlar. Onun için çektiğimiz bu belgeseller gerçek anlamda bir belge olarak kalacaktır.”

Bahe'nin 2014 yılında vefat ettiğini düşününce, Haydar'ın ne kadar değerli bir iş yaptığını çok derinden hissediyor insan...


Bu sırada Mardinliler sıcak ağustos akşamlarında Reyhani müzik grubunun
şarkılarını ve dengbej Abdurrahman Oğuz’un kelamını dinliyorlardı...
Bense Mardin’in Sesleri videosunda Türkçe Kürtçe Arapça
Süryanice ve Ermenice söylenen üç Mardin türküsünü ezberlemeye uğraşıyordum...
Gün oldu devran döndü... Yaz geçti, eylül girdi, okullar açıldı, 21 Eylül'de sonbahar gündönümü yaşandı... Ve...
1 Ekim sabahı uçağa bindim, minik seramik güvercin ile...
Yanıma oturan tatlı kız, yolculuğun ilk güzel sürprizi
oldu...
Sınavda 500 üzerinden 493 puan alarak kazandığı liseyi, anne
hasretinden bırakma noktasına gelen Nusaybinli bir kız çocuğu...
Bana kulaklığının bir tekini verdi ve en sevdiği şarkıları
dinletti...
Birinde şöyle diyordu: “Sabah akşam, gecenin bir yarısı, ben
yorgun argın, aklımda sen”
Diğerindeyse: “Ben senin canındım da sen benim canım değil
miydin!”
Kulağımda ilk kez duyduğum Kürtçe aşk şarkılarıyla başladı
yolculuğum...
Uçağın Mardin havaalanına hangi yönden iniş yapacağını
bilmiyordum...
Yine de sağ pencereyi tercih etmiştim... Bereketli hilalin
üzerinden bir yay çizerek inişe geçerken ilk kez göz göze geldik Mardin ile...
Sonra inmeyip bir daire daha çizdik, gözlerimiz birbirini izliyordu... Bu da
yolculuğun ikinci sürprizi oldu...
Zelal ile vedalaşıp bavulumu aldım ve çıktım... Ne bir tur
grubu, ne bir arkadaş, ne bir bekleyen, ne de karşılayan... Hayatımda ilk kez
zihnimi susturup, sorgu suali bir kenara bırakıp, adeta gökten zembille indim
Mardin’e...
Kapımı açıp buyrun diyen taksi şoförü beni İstanbul’dan,
uçaktan ve daldığım düşüncelerden alıp 1083 rakımlı o taştan oyulma kehribar
şehre çıkardı... Yolda caddenin kaplandığı kesme taşların hikayesini anlattı...
Daha önce bu caddede Mardin taşı döşeliymiş... Arabayla geçerken yumuşacıktı
sürüş, hiç sarsılmazdınız diyor... Fakat altyapı çalışmalarından sonra döşenen
taşlar aynı değilmiş, şimdi biraz hoplaya zıplaya gidiyor araba...
Nihayet 1.Cadde’ye girdik... Bir ikincisi yok zaten... Bir
tane biricik birinci caddesi Mardin’in... Otele varmak uzun sürmedi.... Benim
odaya eşyalarımı bırakıp çıkmam ise daha da kısa...
Odamın hemen yanındaki kapıdan terasa çıktım...
Aslında bundan sonra yazacak birşey yok... Sözün bittiği
yere geldim... O kadar izlediğim belgeselin, fotoğrafın, canlı yayınların,
anlatıların, kitapların ifade etmenin kenarından bile geçemediği bir varlık
bu....
Mezopotamya...
Aman Allahım nesin sen !!!
Bu eniyle boyuyla anlatılabilecek fiziki bir enginlik
değil....
O karşımda açıldıkça, yansımasının derinliği,
yüreğimin
içiçe geçmiş kapılarını ılık nefesiyle aralayan bir sessiz güç...
Hadi bana de ki, abartıyorsun...
Tamam abartıyorum...
Yine de anlatmaya yetmiyor...
Tüm
sakinliği ve sükunetiyle fısıldıyordu...
Tamam artık çırpınma, bendesin
buradasın Mezopotamya’dasın...
Çukurova’yı Mezopotamya’ya bağlayan bir portal açılıyor...
Ah babam, bir bilsen kızın nerelere geldi...
💜
- Burada hava erken kararıyor...
- Doğudasın...
Evet doğudayım... Güneş erken batıyor ve ben her anına
tanık...
Sabahtan uçağa binene kadar geçen sürede kahve içmemiştim...
Bugünkü kahvemi Mardin’de içmeyi kafaya koymuştum... Otelden çıktım... Durumum
biraz da artık yol nereye götürürse şeklindeydi...
1.bölümde bahsettiğim kişilerden Canan Budak, Amar Kılıç ve
Zahit Mungan’ın da aralarında olduğu bir grup genç insan, egoların tavan yaptığı bir
dünyada, boş bir mekan açmışlardı...
Mardin’in bence mimari açıdan en özel çarşılarından Revaklı
Çarşı’da, sağdan say, soldan say, beş adım da derinlik, epi topu onüç metrekare
boşluğa zamanın ruhunu davet etmişlerdi ...
Dünyaya sanatla bakan, gören göze, çizen ele, duyguya,
düşünen zihne borcunu, sanat aracılığıyla yanyana gelmek ve sanat üzerinden bir
tartışma platformu oluşturmakla ödeme niyetindeler... Bunu yaparken ustalara
saygıyı elden bırakmadan, ticari mekanların iç ettiği sokağı ve kamuyu sanatla
buluşturmak da diğer bir öncelikleri...
13metrekare eylül ayında açılışını 74 fotoğraftan oluşan
“Komşunun Oğlu” adlı sergi ile yapmıştı... Sosyal medya üzerinden yaptıkları
“Murathan Mungan’ın Mardin’i” duyurusu ile, katılmak isteyenlerden Mardin
fotoğraflarını Mungan’ın sözleriyle eşleştirerek #13metrekare hashtagi ile
paylaşmalarını istemişlerdi... Sonuçta 74 kişiden 74 Mardin fotoğrafını
13metrekarenin taş duvarlarında sergilemişlerdi...
Velhasıl kelam Mardin’de ilk gittiğim yer Revaklı Çarşı’daki
13metrekare oldu...
Ortada bir yolun iki yanında ön yüzü kemerli, üstü damla örtülü karşılıklı iki sıra
revaktan oluşan bu çarşıda, revakların arkasında derin dükkanların yeraldığı
bir yerleşim düzeni var...
Sipahiler ya da Tellallar Çarşısı olarak da bilinen Revaklı
Çarşı 17. yüzyılda inşa edilmiş...
Herbiri kemerli formda büyük mavi kapılar her sabah ya kısmet
diyerek berekete, çalışkanlığa, üretkenliğe, yaratıcılığa açılıyor...
13metrekare’de film akşamları düzenleniyor... Füruğ
Feruhzad’ın kısa filmi the house is black (ev karadır) izlenen ilk film
olmuştu...
İlerleyen günlerde ben de bir akşam hava kararırken, burada
masallar dinlemenin ve Mardin’in Sesleri’ni izlemenin tadını yaşayacaktım...
Tam da “İyi Bir Komşu” temalı İstanbul Bienali dönemiyle
eşzamanlı olan “Komşunun Oğlu” fotoğraf sergisini gezdikten sonra Amar ile
dükkanın önündeki küçük taburelerde oturduk biraz ve ben Mardin’de ilk “kaçak”
çayımı içtim...
Çay sevmem diyemem, fakat çay insanı da hiç olmadım, akşam
yemekten kalkar kalkmaz çay koyanlardan değilim.... “Kaçak” çayı ilk kez
Mardinlilerin instagram paylaşımlarında duymuştum... Oldukça demli sert ve
aromalı bir çay... Önce çok da ciddiye almadan söylediğim “çay kaçak değilse
içmem” cümlesinin gitgide gerçeğe dönüşmesi karşısında şaşkınım...


Nereden çıktım nerelere geldim, aslında bugünün kahvesini
içmeyi Mardin’e bıraktığımı anlatacaktım...
Bunu Amar’a söyledim, nerede içebilirim en yakın diye
sordum...
Hemen şurada Marangozlar Kahvesi var dedi...
İsmini daha önce duymuştum, ilk kahvemi orada içeceğime
sevinerek çarşının diğer tarafından çıkıp merdivenlere yöneldim...
İnsana Mezopotamya’nın hemen kenarında havada süzülüyorum
hissini veren bir terasta, boncuk mavisi tahta masa ve sandalyeler... Şehre,
kaleye, hayata, zamana, herşeye arkanı dönüyorsun... Sadece kehribar dağa
sırtını yaslıyorsun ve önünde Mezopotamya uzanıyor... Mardin’i Mardin yapan bu
ikisi: bu dağ ve bu ova... Benim hissim bu... Karşımda yaşayan, sürekli bir
kıpırtı içinde olan ve yüreğini kendisine döndüren ile iletişime geçen bir
organizma var...
Hazerfan olsam Galata’dan değil Merdîn kalesinden
Mezopotamya’ya açardım kanatlarımı...
Çayım hemen geldi, bir de mırra istedim... Sonraki bir hafta
boyunca her sabah erkenden gelip mırra içtiğim yer oldu burası... Kendimi en
fazla kendi yerimde hissettiren mekan... Hava serinleyince omuzuma şalımın
örtüldüğü, yan masaldan hatır çayının geldiği yer burası....
Ve mırra... ah mırra...
O zarif cezveden kulbu olmayan fincana dökülen,
sadece iki
yudum kahve midir sanırsın...
Erzurum Dumlu dağından doğan Fırat ile Doğu Anadolu
dağlarından doğan Dicle’nin vakur çocuğu Mezopotamya... Binlerce yıl boyunca
insanların birbirleriyle nefretle savaşmalarına, kibirle kan döküp hakimiyet
kurmalarına, uzlaşıp barışmalarına, tutkuyla sevişmelerine tanık olmuş,
insanlığı ninnilerle masallarla sakinleştiren bir beşik adeta...
İçtiğim o kahve sanki tüm bunların yaşandığı binyıllar gibi
uzuun uzun demlenmiş ve yaşananların hatırını unutturmayacak bir acılıkta, ama
yine de buruk ve anlatılmaz bir lezzetle yayılıyor dilime damağıma...
Marangozlar Kahvesi, 1998den beri İsmet Toparlı işletiyor,
ondan öncesinde de bir 20 yıl ailesi işletmiş burayı... İçinde bir de kitaplık
bulunan bu kahvede insanlar kahvelerini ya da nargilelerini içer, divanlarda
oturup kitaplarını okurlarmış...
Bu yılki 2.buluşmada bu kahvede yol hikayelerini
anlatacaklardı Ebuburak ile... Ve Şahmaran’ı da anlatacaktı usta... Hayat henüz
bilmediğim başka sürprizler de hazırlıyormuş...
Tüm bu düşüncelerle ovaya bakarken dünya ekseni etrafında batıdan doğuya doğru dönmeye devam etti ve güneşi diğer tarafa uğurladım... Kahvenin sağ yanındaki Ulu Camiin ışıkları yandı... Artık gidip birşeyler yiyeyim diye düşünürken gece göğünde süzülen uçurtmayı gördüm... Kimbilir hangi damdan, kimbilir kimin elinden havalanmıştı.... Tebessüm ve mutluluk kaynağıydı...
Tüm bu düşüncelerle ovaya bakarken dünya ekseni etrafında batıdan doğuya doğru dönmeye devam etti ve güneşi diğer tarafa uğurladım... Kahvenin sağ yanındaki Ulu Camiin ışıkları yandı... Artık gidip birşeyler yiyeyim diye düşünürken gece göğünde süzülen uçurtmayı gördüm... Kimbilir hangi damdan, kimbilir kimin elinden havalanmıştı.... Tebessüm ve mutluluk kaynağıydı...
İrem, orada yanında olsam;
YanıtlaSilYanyana oturup sussak ve günü bitirsek, öylece.. Mezopotamya'yı, mırraya karıştırıp içerken...
Tam yeri, tam zamanı ve tam insanıyız bu dediğinin...
Silhttps://saglamproxy.com
YanıtlaSilmetin2 proxy
proxy satın al
knight online proxy
mobil proxy satın al
XXU