Bu Blogda Ara

4 Şubat 2017 Cumartesi

LA LA LAND... TÜM HAYALCİLERE...

Yılbaşı döneminin ışıl ışıl güneşli günlerde yaşandığı bir şehir…
Los Angeles…


“burada yaşayanlar herşeye taparlar ama hiçbirşeye değer vermezler” diyor Seb(astian)…
Caz tutkunu bir genç adam…

Zamanında Count Basie’nin çaldığı caz kulüp kapanmış ve yerine “salsa-tapas bar” açılmış diye matemde…
Sırf oraya yakın olmak için 8km ötedeki dükkandan kahve alan biri…
Hayali orada yeniden bir caz kulübü açmak…
Sadece hayal değil, gayet ciddi bir plan…
Evi kolilerle dolu, hiçbirini açmıyor, çünkü ev eşyası değil, açacağı kulüpte kullanacağı aksesuarlar ve malzemelerle dolular…

Mia oyuncu olma amacıyla sürekli seçmelere katılan bir genç kadın… İkisi bir şekilde tanışıyorlar…

Amacım filmi anlatmak ya da eleştirisini yapmak değil,
gidin/gitmeyin diye fikir vermeye de niyetim yok…
A ben beğendim, tekrar izlerim de, o ayrı...
O yüzden konu hakkında detaya girmeden, dikkatimi çekenleri anlatmaya devam ediyorum…
Evet ikisi bir şekilde tanışıyorlar…

Sohbetlerinde Mia oyuncu olma isteğini, katıldığı seçmeleri anlatıyor…
Fakat konuşma ilerledikçe ve teyzesinin aktris olduğundan, çocukluğunda onunla birlikte izledikleri filmlerden ve kendi yazdığı oyunlardan bahsederken,
Seb “sen sadece bir oyuncu değilsin, kendi rollerini yazabilirsin, kendin kadar ilginç bir rol yaratırsın” diyor…

Bazen bir yabancı, kişiyi kendisinden daha iyi gözlemleyebiliyor…
(Mia’ya bunları söyledikten sonra, my work is done here, dediği anda aslında içim bir cızz etti, izlemeye devam ettim…)

"Louise Armstrong örneğin, ona verilen bando kalıplarındaki parçaları çalabilirdi, ancak yapmadı…
Ne yaptı? Tarih yazdı,öyle değil mi", diyor…

Daha başlarda durumu netleştirmek adına, ben cazdan nefret ederim diyen Mia’yı, Lighthouse Cafe isimli bir yere götürüyor hemen ve caz sevmem diyen insanların, caz dinlemekten öte, cazı görmeleri gerektiğini anlatıyor…

Bu beni en etkileyen sahnelerden biriydi, çünkü birşeye tutku duyan, onunla nefes alan birine, ben onu sevmem demek çok kolay olmasa gerek… (caz örneğinden gidelim)

Hadi bunu söyledin, onun sana caz dinlemeyi dayatmadan, senin sevmem dediğin şeyin aslında ne olduğunu göstermesi ve kararı sana bırakması…
Senin cazdan ne anladığını anlatman, “hayatım boyunca cazı dinlendirici buldum” demen karşısında, cazın neden heyecanlı olduğunu göstererek anlatması tanımlaması…
Çatışmadan… ya da çatışarak ve uzlaşarak anlatmak anlaşmak…


Hele burada caz yerine kendimize ait bir konuyu koyup bir de öyle düşünsek…
Üstelik bu adam filmin başlarında kendisini bir kızla tanıştırmak isteyen ablasına soruyor:

-          - Caz sever mi?
-          - Muhtemelen hayır…
-          -  O zaman ne konuşacağız ki?

Kimbilir, işin içine duygular girince sabır katsayısı artıyordur belki J

Sevdiğim sahnelerden biri de sinemada geçiyor… Film Rebel Without a Cause… Asi Gençlik… James Dean’in 24 yıllık ömrü boyunca çevirdiği hepi topu üç film içinde en sevdiğim sahne bu filmdedir: Planetarium sahnesi…


Sinemada tam bu sahnede, tam da milim milim elele tutuşmuşlarken, film yanar… Tüh ne yapalım, hadi kalk gidelim, nereye, planetariuma… Ve filmin çekildiği o yere giderler…

Herkes baktığında kendine hitap eden şeyler bulur ya…

Filmde A-ha’nın take on me şarkısını duymak…
1982 model Buick Riviera’yı görmek, hem de convertible !!!





Şarkılarını, özellikle All of Me’yi çok sevdiğim John Legend’ın da filmde olması…

Keath rolünde Seb’e şöyle söylüyor: “How are you going to be a revolutionary if you’re such a traditionalist? You’re holding onto the past, but jazz is about the future.”




Renklerin filmde oyuncular kadar başrolde olması…

Henüz hiçbir şey ortada yokken, Mia’nın Seb’in caz kulübünün tabelasını tasarlaması ve kesme işareti yerine nota koyması…

İşte benim bulduklarım da bunlar J

Sadece sevgililerin değil, arkadaşların da birbirlerinin tutkularına duydukları saygı nasıl da fark yaratıyor…

Ezip, kapatıp, kanatıp, kitlemek ve birlikte küçülmek mi, azalmak mı? 

Kendin bile gerçekleşmesinin imkansız olduğunu düşünürken, birbirine inanmak, kendi hikayeni yazmaya cesaret etmek...
Birbirinin coşkusuyla, heyecanıyla, başarısıyla büyümek, yükselmek, zenginleşmek mi?


Filmin ismi de bu noktada önem taşıyor: La La Land…
Tamamen imkansız olan şeylerin gerçekleşebileceğine inanmak,
kim ne derse desin kendi değerleriyle kurdukları o dünyada yaşamak…
Ve şartlar ne olursa olsun çizgini bozmamak…

Tüm hayalcilere…








   Let love rule...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder