Bu Blogda Ara

12 Kasım 2017 Pazar

MARDİN... II.Bölüm...

Gelirsem turist gibi gelmem ama, dedim...
Turist gibi gelme zaten, dedi...

Zira kendisine ilk kez geleni fena halde çarpma gibi bir huyu vardı bu şehrin... Ve ben bir boğa yükselen arslan kadını olarak öyle kolay kolay hakkını teslim edip karşısında çözülme niyetinde değildim...
Uçak biletimi aldıktan sonra, yazın üç ay boyunca Mardin’i okudum, fotoğraflara baktım, videolar izledim... Cami, kilise, medrese ve manastırlarından coğrafi yüzey şekillerine, farklı meslek gruplarının ustalarından yöresel adetlerine, düğünlerinden cenazelerine, yemeklerinden danslarına, bayram sabahlarına, cafelerine ve güvercinlere nasıl takla attırdıklarına varana kadar...

Yaz boyunca Mardin Müzesi onbeşer günlük periodlar halinde yaz okulları düzenledi... Çocuklar  masallar kurdular, camaltı sanatı çalıştılar, ahşap yakarak resimler desenler çizdiler, uçurtma yapıp uçurdular, ebru sanatını öğrendiler, Karagöz kukla yapımı atölyesine katıldılar... Müze içindeki Arkeopark’ta kazı çalışmaları similasyonu yaparak bir tarihi eserin topraktan çıkarılmasından sergilenmeye kadar giden yolu aşama aşama geçerek uygulamalı olarak öğrendiler...








Bense Haydar Demirtaş’ın çektiği belgeselleri izledim... 
Haydar Demirtaş’ı takip etmemi bana, bir önceki bölümde bahsettiğim arkadaşım Fairuz Aygül önermişti… İlk sinema eğitimini 2005 yılında Mardin Gençlik ve Kültür Evi’nde BBC tarafından açılan atölyeden almış ve daha sonra 2006 yılında İstanbul Kültür Üniversitesi’nin Mardin’de açmış olduğu atölyede devam etmiş… Atölye sonunda İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi İletişim Bölümü’nü yüzde yüz burslu okumaya hak kazanmış…

Son derece fotojenik ve sinematografik bir şehir Mardin… Yaratıcı damarı yüksek olan insan için her
bir taşından ne hikayeler çıkan bir şehir… Haydar da bunu kendi yetenekleriyle değerlendirerek son derece naif bir şekilde yansıtıyor…

“7000 yıllık bir şehirde yaşamak üretkenliği artıran bir şey, üretkenliği daha sağlam daha motive edici bir şekilde devam ettirmekteyiz. Mardin'deki komşuluk hikayeleri, Mardin’deki zanaat,  işte Mardin'deki hamalları çektik.
Mardin'deki müzik ile alakalı bir çalışmamız var. Burada düşündüğünüz zaman gerçekten Mardin ve çevresi de bir zenginliktir. Köyleri, ilçeleri her köyü bir zenginliktir. Bazı hikayelerimiz köylerde geçiyor. Köy köy dolaşıp değirmencilik yapan, hala at arabası ile yapan bir dedemiz var onu çektik, çerçilik yapan var. Bunlar Mardin'in ve bölgenin zenginlikleridir. Biz de bunları kayıt altına alıyoruz. Mardin'de yaptığımız çalışmalarda bitmeye tükenmeye yüz tutan zanaatları biz çekmeye çalışıyoruz. Çünkü bittiği zaman bu tür şeyleri bir daha bulamayacağız. Bunun için aslında bir arşiv de oluşturuyoruz Mardin tarihi için. Çok önemli bir arşiv oluşturuyoruz. 60 ve 70 yaş üzeri insanlar ile konuştuğumuzda eski Mardin'deki komşuluk
ilişkilerini anlattıklarında insan inanamıyor. Çünkü bir avluda beş hane yaşıyor ve beş hane bir mutfak kullanıyor. Bu şu anda mümkün değil. Apartmanlarda yaşayan insanlar birbirlerini tanımıyorlar. Onun için çektiğimiz bu belgeseller gerçek anlamda bir belge olarak kalacaktır.”




Mardin'de 70 yıl önce annesinin Deyrulzafaran Manastırı'na bıraktığı ve o günden beri manastırda yaşayan 'Bahe' lakaplı 76 yaşındaki Cercis Kaptan’ı anlattığı “Misafir” isimli belgeseliyle 2013 yılında 18. Boston Türk Festivali, Belgesel ve Kısa Film Yarışması, Belgesel Dalı, En İyi Film Ödülü dahil olmak üzere bir çok festivalden ödül ile dönmüş…
Bahe'nin 2014 yılında vefat ettiğini düşününce, Haydar'ın ne kadar değerli bir iş yaptığını çok derinden hissediyor insan... 

Haydar Demirtaş, Babam Tarih Yapıyor, Çerçi, Ülkemden Uzakta, Gezici Nalbant, Erbanemin Sesi, Kapı Komşum adlı belgesellerinde şehrin kendisini anlatmasına, sokakların seslerini duyurabilmelerine aracı olmuş… Sesler kadar sessizliğin de etkilerini çok iyi kullanmış ve beş duyuya hitap eden işler yapmış… Belgeselleri sayesinde fotoğraflarda görünmeyenleri de görme fırsatını buldum…







Bu sırada Mardinliler sıcak ağustos akşamlarında Reyhani müzik grubunun şarkılarını ve dengbej Abdurrahman Oğuz’un kelamını dinliyorlardı...
Bense Mardin’in Sesleri videosunda Türkçe Kürtçe Arapça Süryanice ve Ermenice söylenen üç Mardin türküsünü ezberlemeye uğraşıyordum...

Gün oldu devran döndü... Yaz geçti, eylül girdi, okullar açıldı, 21 Eylül'de sonbahar gündönümü yaşandı... Ve... 

1 Ekim sabahı uçağa bindim, minik seramik güvercin ile...
Yanıma oturan tatlı kız, yolculuğun ilk güzel sürprizi oldu...
Sınavda 500 üzerinden 493 puan alarak kazandığı liseyi, anne hasretinden bırakma noktasına gelen Nusaybinli bir kız çocuğu...
Bana kulaklığının bir tekini verdi ve en sevdiği şarkıları dinletti...
Birinde şöyle diyordu: “Sabah akşam, gecenin bir yarısı, ben yorgun argın, aklımda sen”
Diğerindeyse: “Ben senin canındım da sen benim canım değil miydin!”
Kulağımda ilk kez duyduğum Kürtçe aşk şarkılarıyla başladı yolculuğum...

Uçağın Mardin havaalanına hangi yönden iniş yapacağını bilmiyordum... 
Yine de sağ pencereyi tercih etmiştim... Bereketli hilalin üzerinden bir yay çizerek inişe geçerken ilk kez göz göze geldik Mardin ile... Sonra inmeyip bir daire daha çizdik, gözlerimiz birbirini izliyordu... Bu da yolculuğun ikinci sürprizi oldu...


Zelal ile vedalaşıp bavulumu aldım ve çıktım... Ne bir tur grubu, ne bir arkadaş, ne bir bekleyen, ne de karşılayan... Hayatımda ilk kez zihnimi susturup, sorgu suali bir kenara bırakıp, adeta gökten zembille indim Mardin’e...
Kapımı açıp buyrun diyen taksi şoförü beni İstanbul’dan, uçaktan ve daldığım düşüncelerden alıp 1083 rakımlı o taştan oyulma kehribar şehre çıkardı... Yolda caddenin kaplandığı kesme taşların hikayesini anlattı... Daha önce bu caddede Mardin taşı döşeliymiş... Arabayla geçerken yumuşacıktı sürüş, hiç sarsılmazdınız diyor... Fakat altyapı çalışmalarından sonra döşenen taşlar aynı değilmiş, şimdi biraz hoplaya zıplaya gidiyor araba...


Nihayet 1.Cadde’ye girdik... Bir ikincisi yok zaten... Bir tane biricik birinci caddesi Mardin’in... Otele varmak uzun sürmedi.... Benim odaya eşyalarımı bırakıp çıkmam ise daha da kısa...
Odamın hemen yanındaki kapıdan terasa çıktım...
Aslında bundan sonra yazacak birşey yok... Sözün bittiği yere geldim... O kadar izlediğim belgeselin, fotoğrafın, canlı yayınların, anlatıların, kitapların ifade etmenin kenarından bile geçemediği bir varlık bu....

Mezopotamya...
Aman Allahım nesin sen !!!


Bu eniyle boyuyla anlatılabilecek fiziki bir enginlik değil....
O karşımda açıldıkça, yansımasının derinliği, 
yüreğimin içiçe geçmiş kapılarını ılık nefesiyle aralayan bir sessiz güç...
Hadi bana de ki, abartıyorsun...
Tamam abartıyorum... 
Yine de anlatmaya yetmiyor... 
Tüm sakinliği ve sükunetiyle fısıldıyordu... 
Tamam artık çırpınma, bendesin buradasın Mezopotamya’dasın...
Çukurova’yı Mezopotamya’ya bağlayan bir portal açılıyor...
Ah babam, bir bilsen kızın nerelere geldi...

 💜


- Burada hava erken kararıyor...
- Doğudasın...

Evet doğudayım... Güneş erken batıyor ve ben her anına tanık...
Sabahtan uçağa binene kadar geçen sürede kahve içmemiştim... Bugünkü kahvemi Mardin’de içmeyi kafaya koymuştum... Otelden çıktım... Durumum biraz da artık yol nereye götürürse şeklindeydi...

1.bölümde bahsettiğim kişilerden Canan Budak, Amar Kılıç ve Zahit Mungan’ın da aralarında olduğu bir grup genç insan, egoların tavan yaptığı bir dünyada, boş bir mekan açmışlardı...
Mardin’in bence mimari açıdan en özel çarşılarından Revaklı Çarşı’da, sağdan say, soldan say, beş adım da derinlik, epi topu onüç metrekare boşluğa zamanın ruhunu davet etmişlerdi ...
Dünyaya sanatla bakan, gören göze, çizen ele, duyguya, düşünen zihne borcunu, sanat aracılığıyla yanyana gelmek ve sanat üzerinden bir tartışma platformu oluşturmakla ödeme niyetindeler... Bunu yaparken ustalara saygıyı elden bırakmadan, ticari mekanların iç ettiği sokağı ve kamuyu sanatla buluşturmak da diğer bir öncelikleri...
13metrekare eylül ayında açılışını 74 fotoğraftan oluşan “Komşunun Oğlu” adlı sergi ile yapmıştı... Sosyal medya üzerinden yaptıkları “Murathan Mungan’ın Mardin’i” duyurusu ile, katılmak isteyenlerden Mardin fotoğraflarını Mungan’ın sözleriyle eşleştirerek #13metrekare hashtagi ile paylaşmalarını istemişlerdi... Sonuçta 74 kişiden 74 Mardin fotoğrafını 13metrekarenin taş duvarlarında sergilemişlerdi...

Velhasıl kelam Mardin’de ilk gittiğim yer Revaklı Çarşı’daki 13metrekare oldu...
Ortada bir yolun iki yanında ön yüzü kemerli, üstü damla örtülü karşılıklı iki sıra revaktan oluşan bu çarşıda, revakların arkasında derin dükkanların yeraldığı bir yerleşim düzeni var...
Sipahiler ya da Tellallar Çarşısı olarak da bilinen Revaklı Çarşı 17. yüzyılda inşa edilmiş... 
Herbiri kemerli formda büyük mavi kapılar her sabah ya kısmet diyerek berekete, çalışkanlığa, üretkenliğe, yaratıcılığa açılıyor...
13metrekare’de film akşamları düzenleniyor... Füruğ Feruhzad’ın kısa filmi the house is black (ev karadır) izlenen ilk film olmuştu...
İlerleyen günlerde ben de bir akşam hava kararırken, burada masallar dinlemenin ve Mardin’in Sesleri’ni izlemenin tadını yaşayacaktım...
Tam da “İyi Bir Komşu” temalı İstanbul Bienali dönemiyle eşzamanlı olan “Komşunun Oğlu” fotoğraf sergisini gezdikten sonra Amar ile dükkanın önündeki küçük taburelerde oturduk biraz ve ben Mardin’de ilk “kaçak” çayımı içtim...

Kaçak çay, bir fenomen !
Çay sevmem diyemem, fakat çay insanı da hiç olmadım, akşam yemekten kalkar kalkmaz çay koyanlardan değilim.... “Kaçak” çayı ilk kez Mardinlilerin instagram paylaşımlarında duymuştum... Oldukça demli sert ve aromalı bir çay... Önce çok da ciddiye almadan söylediğim “çay kaçak değilse içmem” cümlesinin gitgide gerçeğe dönüşmesi karşısında şaşkınım...

Kaçak çaya dair ekşi sözlükte okuduğum eğlenceli bir yazıyı paylaşayım...




“50'li yıllara kadar sabah kahvaltıda çay falan bilinmezmiş ülkede. o sıralar doğudaki vatandaşlar da suriye ve ırak'tan çay getirirlermiş kaçak yoldan. sıradan halk sabah kahvaltısında çorba ya da akşamdan kalma pilav yermiş. köy kahvaltısı falan yalan yani! sıradan halk kahve içermiş. kahvehane kelimesi de buradan gelir zaten. erkekler kahve çekirdeklerini bellerindeki kemere bağlı küçük kahve değirmenlerinde çeker ve kahveciye verirlermiş. kahveci de ocakta pişirip servis edermiş. kaliteli çekirdeği olan diğerlerine de ikram  edermiş. neyse kahve fiyatları artınca ülkede çay ekilmesine karar verilmiş ve karadenizde çay tarlası kurulurken de gidip seylan fidanları alınacağına gürcistan'dan içimi kolay, kokusu ve aroması sert olmayan light çay fidanları getirilmiş. doğudaki insanlar tabi ki bu çay sevememiş ama hükümet de seylan çayının memlekete girişini yasaklamış. bu şekilde doğu halkı kaçakçılığa devam etmişler. adı buradan gelmiş.”


Nereden çıktım nerelere geldim, aslında bugünün kahvesini içmeyi Mardin’e bıraktığımı anlatacaktım...
Bunu Amar’a söyledim, nerede içebilirim en yakın diye sordum...
Hemen şurada Marangozlar Kahvesi var dedi...
İsmini daha önce duymuştum, ilk kahvemi orada içeceğime sevinerek çarşının diğer tarafından çıkıp merdivenlere yöneldim...



İnsana Mezopotamya’nın hemen kenarında havada süzülüyorum hissini veren bir terasta, boncuk mavisi tahta masa ve sandalyeler... Şehre, kaleye, hayata, zamana, herşeye arkanı dönüyorsun... Sadece kehribar dağa sırtını yaslıyorsun ve önünde Mezopotamya uzanıyor... Mardin’i Mardin yapan bu ikisi: bu dağ ve bu ova... Benim hissim bu... Karşımda yaşayan, sürekli bir kıpırtı içinde olan ve yüreğini kendisine döndüren ile iletişime geçen bir organizma var...
Hazerfan olsam Galata’dan değil Merdîn kalesinden Mezopotamya’ya açardım kanatlarımı...

Çayım hemen geldi, bir de mırra istedim... Sonraki bir hafta boyunca her sabah erkenden gelip mırra içtiğim yer oldu burası... Kendimi en fazla kendi yerimde hissettiren mekan... Hava serinleyince omuzuma şalımın örtüldüğü, yan masaldan hatır çayının geldiği yer burası....


Ve mırra... ah mırra...
O zarif cezveden kulbu olmayan fincana dökülen, 
sadece iki yudum kahve midir sanırsın...

Erzurum Dumlu dağından doğan Fırat ile Doğu Anadolu dağlarından doğan Dicle’nin vakur çocuğu Mezopotamya... Binlerce yıl boyunca insanların birbirleriyle nefretle savaşmalarına, kibirle kan döküp hakimiyet kurmalarına, uzlaşıp barışmalarına, tutkuyla sevişmelerine tanık olmuş, insanlığı ninnilerle masallarla sakinleştiren bir beşik adeta...
İçtiğim o kahve sanki tüm bunların yaşandığı binyıllar gibi uzuun uzun demlenmiş ve yaşananların hatırını unutturmayacak bir acılıkta, ama yine de buruk ve anlatılmaz bir lezzetle yayılıyor dilime damağıma...

Marangozlar Kahvesi, 1998den beri İsmet Toparlı işletiyor, ondan öncesinde de bir 20 yıl ailesi işletmiş burayı... İçinde bir de kitaplık bulunan bu kahvede insanlar kahvelerini ya da nargilelerini içer, divanlarda oturup kitaplarını okurlarmış...

Bana burayı ilk kez Masal Anası Deniz (Soruklu Evren) anlatmıştı.... “Mardin’de bildiğin kahvehane olan bir yerde masal anlattım geçen sene.” demişti... 2016 sonbaharındaki ilk masalcılar buluşmasından bahsetmişti...
Bu yılki 2.buluşmada bu kahvede yol hikayelerini anlatacaklardı Ebuburak ile... Ve Şahmaran’ı da anlatacaktı usta... Hayat henüz bilmediğim başka sürprizler de hazırlıyormuş...

Tüm bu düşüncelerle ovaya bakarken dünya ekseni etrafında batıdan doğuya doğru dönmeye devam etti ve güneşi diğer tarafa uğurladım... Kahvenin sağ yanındaki Ulu Camiin ışıkları yandı... Artık gidip birşeyler yiyeyim diye düşünürken gece göğünde süzülen uçurtmayı gördüm... Kimbilir hangi damdan, kimbilir kimin elinden havalanmıştı.... Tebessüm ve mutluluk kaynağıydı...





💜




   Let love rule...




3 yorum:

  1. İrem, orada yanında olsam;
    Yanyana oturup sussak ve günü bitirsek, öylece.. Mezopotamya'yı, mırraya karıştırıp içerken...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tam yeri, tam zamanı ve tam insanıyız bu dediğinin...

      Sil