Şöyle bir cümleye rastladım bu hafta başında: "19. yüzyılın sonlarına doğru, konusunu dünyadaki mevcut ilkel toplumlardan seçen sosyal antropolojinin ana kaygısı, insan toplumunun evrimini izleyebilmekti; dolayısıyla metodolojisi, tarihin ve o yıllarda gelişen diğer sosyal ilimlerin metodolojisine paralel bir yolda olup, insan toplumlarının basit formlardan daha çapraşık ve kompleks modern toplumlara doğru nasıl geliştiğini izlemeğe yönelmişti."
Yok yok konumuz antropoloji değil, eski insanları ilkel olarak tanımlanmasına takıldım ben. 19.yüzyıl yaşam kriterlerine göre evlerde yaşayıp, kıyafetler kuşanıp şehirlerde olmadıkları için mi ilkel oluyorlardı, bu ayrı bir tartışmanın konusu, ancak bana göre onlar bir çok şeyi "ilk - el" haliyle yaşıyorlardı.
En önemli meselesi, hayatta kalmak, barınmak ve üremek olan ilk-el insan, doğayı, güneşi ve ayı, gündüzü ve geceyi, yazı, kışı ve zamanı, "sözüm ona modern" insan gibi algılamıyordu. Kış ortasında güneşli ılık bir gününü "güzel hava" olarak nitelemiyordu.
Bizim için zaman doğrusal olarak akıp, sıralılık anlamında yıllar sayılırken, öncesi ve sonrası olarak değerlendirilirken, ilk-el insan için zaman döngüseldi... Gece ve gündüz birbirini döne döne takip ederdi... Güneş ve ay da öyle; biri gelirken diğeri giderdi... Gece karanlık ve bilinmezliklerle doluydu... Diyeceksiniz ki, e tabii ki, şimdi de öyle değil mi? Ancak bizim için e normaall olan sabahın olması, güneşin doğması onlar için mucizevîydi; ya bir sabah doğmayacağı tutsa, ne yaparlardı ?! böyle bir güvence var mıydı?!
Ve tabi mevsimler; buz gibi günlerin ılıklaştığı, donmuş toprakların yeşermeye başladığı günlerin gelmesi tutkuyla beklenmez miydi hiç ve coşkuyla bayram edilmez miydi...
Yaşam bu bağlamda doğanın ritmine göre düzenlenmişti ve mevsimlerle uyumlu olmak, en önemli meselesi hayatta kalmak olan ilk-el insan için yaşamsal değerdeydi. Onlara ilkel, kendimize modern derken, sabahları işe koşturma telaşı arasında bir an için doğan güneşle gözgöze geldiğimizde, gece dolunaya hipnotize olmuş gibi bakakaldığımızda, şehirlerde doğadan kopuk yaşamaya çalışırken, baharda ağaçlar çiçek açınca sebepsiz bir neşeyle dolduğumuzda, genlerimizde kodlanmış bu ilk-el bilginin aktive olduğunun farkına varmıyoruz bile belki... ama öyle...
Şimdiki gibi ilkbahar, yaz, sonbahar, kış mevsimlerinin okulda öğretilen ayları yerine, tarım takvimi ile yaşanan düzende mevsimlerin başlangıç ve bitişleri farklı tarihlerdeydi. Mevsim dönüşleri çok önemliydi... Bununla birlikte, Dünya'nın dişil ve eril yönlerinin tanrıça ve tanrı olarak ifade bulduğu zamanlardı. Ay'ın ve Güneş'in döngüleri bu bağlamda yaşanır ve kutlanırdı.
21 Aralık'ta kış gün dönümünde, en uzun gecenin yaşanmasının ardından, karanlığı yenerek 24 Aralık'ta doğan tanrı, 21 Mart'ta gün ve gecenin bir olduğu ilkbahar ekinoksunda, erginlenip gücünün doruğuna çıkar ve ana tanrıça Toprak ile arasında o kutsal birleşme yaşanırdı... bu birleşmenin getirdiği bolluk ve bereket ile ekinler yeşerir, koyunlar kuzulamaya başlardı...
Doğup erginleşmesinin ardından, 21 Haziran'da yaz gündönümünde "ölen" tanrı ile beraber ekinler sararırdı, hasat başlardı... 21 Eylül'deki sonbahar ekinoksu ile beraber doğa da yavaş yavaş kapanır, insanlar kışa hazırlanadururdu. Bu arada günler kısaldıkça kısalır, karanlık çöktükçe çöker, ışık azaldıkça azalırdı... döngü yavaş yavaş başa doğru ilerlerdi...
Ve 'karanlığın en koyu an'ı, tan yerinden hemen öncesidir' sözündeki gibi, gecenin en uzun olduğu zamanın hemen ardından... yine 21 Aralık... yine kış gün dönümü ve ertesinde karanlığı yenen Güneş'in doğumu...
Öylesine yaşayıp geçtiğimiz günler içinde...
Bu canımızın çekirdeğindeki ilk-el bilginin aktive olduğu,
bizleri bereket dilekleriyle kapılarımızın eşiğinde nar kırmaya götüren,
dünya yaşamının özel anları, özel anlamları olan zamanları...
Hazır buradayken, Dünya Ana'nın kucağındayken...
hakkını vererek...
Zembereği boşalmışçasına çılgınca akan şehir hayatında,
bir an kenara çekilip doğanın parçası olduğunu hissederek...
Ve aydınlığın her zaman karanlığa galebe çaldığını bilerek...
P.S. Pandemi sürecinde 5 Nisan 2020 pazar gününden bu yana, 37 haftadır aksatmadan, Youtube'da canlı yayında mitoloji dersleri veren sevgili Erhan Altunay'a teşekkürlerimle...
Yayınların kayıtları kendisinin Youtube hesabında tarih sırasına göre bulunmaktadır... bu yazının konusu olan bilgilerle birlikte, daha pek çok ilginç konuyu mitoloji derslerinden dinleyebilirsiniz.
Bayıldım her zamanki gibi bir soluktan okunan yazı olmuş bir sonrakinde görüşmek dileğiyle
YanıtlaSilÇok sevindim🙏 Teşekkür ediyorum 😍
SilNe güzel anlatmışsın soluksuz okudum emeğine sağlık 👏
YanıtlaSilçok teşekkür ederim :)
SilÇok güzel anlatmışsın yüreğine sağlık💖
YanıtlaSilTeşekkür ediyorum, beğendiğine sevindim 🤩🙏
SilGüzel arkadaşım ne güzel yazmışsın yine ellerine sağlık
YanıtlaSilçok teşekkür ediyorum :)
Silİrem, ilk-el insanlar doğayı çizgisel bir zaman yerine döngüsel yaşar yazmışsın ya; bu hafta bende yeni bir bilgi öğrendim: o dönemde insanlar 10'luk sistem yerine 60'lık sisteme dayalı hesaplamalar yaparmış. 60'lık sistemde gün, ay , mevsim ve yıllar bu döngüselliğe göre bölünlenmiş.
YanıtlaSilYazın, her zamanki gibi senin bakış açının ayrıcalıklı konumundan ufkumuzu genişletiyor. Kalemine sağlık 💚🧿
Tubacım sağol varol, paylaştıkça üzerinde konuştukça ne güzel yeni şeyler öğreniyoruz💜 60lık sistem ilginç, sanıldığı kadar ilkel değiller midir nedir😉😄
Silİremcim yine çok güzel yaşmışsın. Yazdığın gibi sabah güneşini, dolunayı, yıldız kümelerini görünce sevinmemiz bu genlere işlenmiş şeyler olmalı. Belki de doğadan kopmamalı, bu döngüsel yaşamlara daha da dikkat edip kutlamalı, en azından hatırlamalıyız.
YanıtlaSilEmeğine sağlık! 🙏🏻❤️
Ranacım çok teşekkür ediyorum... düşüncelerini paylaşıyorum arkadaşım 😍
Sil